FETÖ Ergenekoncuların Bahtını mı Açtı?

Recep Ardoğan

VAN 30.08.2016 10:24:28 0
FETÖ Ergenekoncuların Bahtını mı Açtı?
Tarih: 01.01.0001 00:00
 Başta darvinizm olmak üzere modern dönemin çeşitli fikir akımları, doğanın temel dinamizmini “hayat kalma mücadelesi” olarak görmüşler, bunu insan hayatı ve tarihin akışı için de yegâne yasa olarak görmüşlerdir. İslam açısından ise hayat, hayatta kalma mücadelesinden ibaret değildir. Allah, ölümü ve hayatı, insanın en güzel amalleri sergilemesi için yaratmıştır:

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır…”(1)

“O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için, Arş'ı su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde yaratandır…”(2)

“Biz, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi dünyanın kendine mahsus bir zinet yaptık.”(3)

İnsan, salt yaşamak için değil iyi yaşamak için çalışmalıdır. Salt hayatta kalmak için değil aynı zamanda yaşama hayat vermek için, zayıfları hayatta tutmak ve insanî değerleri yaşatmak için çalışmalıdır. Hayrı hâkim kılmak için mücadele etmelidir.

Burada hususiyetle altı çizilmesi gereken bir nokta da şudur: Bugün kimlerin kimlere karşı niçin mücadele verdiği kadar, bu mücadelede hangi yollara başvurdukları da son derece önemlidir. Kimlerin kimleri niçin alaşağı ettiği kadar nasıl alaşağı ettiği de önemlidir. Bir ayette, Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

“Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, on­lara yardıma mutlak surette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf ‘Rabb’imiz Allah’tır.’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın adı çok anılan mescitler mutlaka yıkılır giderdi…”(4)

Bu ayetten anlaşıldığı üzere, Allah, hiç bir topluluğa mutlak bir güç vermemektedir. Zaten Kadir-i Mutlak olan yalnızca Allah'tır. Mutlak aziz olan da Allah'tır. Dolayısıyla, yeryüzünde hiçbir topluluk, süper güç payesi verilen hiç bir devlet, mutlak güce sahip değildir.  Allah, sonsuz hikmeti çerçevesinde, insanlara ayrı kabiliyetler ve güçler vermekte ama bunu bir kader (ölçü ve düzen) dâhilinde vermektedir. Bunun aksine olarak bazı insanlar mutlak bir güce ulaşsaydı, diğer insanları, salt varlıklarından rahatsız olduğu için onları yok etmeye girişebilirdi. Ama Allah, bu derece zalimleşen toplulukları, diğer bazı topluluklarla defetmektedir. Yukarıdaki ayet, bu gerçeğe işaret etmektedir.

Tarihte çokça yaşanan, "sunnetullah"ın yani "Allah'ın tarih be toplumla ilgili kanunları"nın tezahürü olan bu olayla ilgili İslamî sorgulama şudur:

- Acaba Allah, yolda çıkan bir zümreyi, yolda çıkan bir başka zümreyle mi yoksa doğru yolda yürüyen ümmetle mi defetmektedir?

Başak bir ifadeyle,

- Acaba Müslüman bir grup, zulmeden bir tayfayı tasfiye ederken kendisi de zulmediyor mu yoksa İslam'ın adalet ilkesiyle mi hareket ediyor?

İslamî hareket tarzıyla İslam'a aykırı hareket arasındaki temel farklılıklardan biri budur. Kur'an'da, bu noktayla ilgili çeşitli ayetler vardır. Bunlardan birinde şöyle denilmektedir:

“Sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik etmekten ve onlara adaletle davranmaktan Allah sizi menetmez.”(5)

Bu ayet, “Adaletli olmak isterseniz, olun. Adalet ve hukuk çerçevesinde hareket etmeniz gerekmez ama istiyorsanız da böyle hareket edebilirsiniz" anlamına gelmez. Ayet, adaletin olması gereken davranış olduğunu, dinî farklılık sebebiyle insanlara normal ve adil muamelenin dışına çıkılamayacağını vurgular. Allah’ın tarih boyunca peygamberler ile insanlığa gönderdiği Din’in yani İslam’ın, inanmayanlara karşı medenî yaklaşımı terk etmeye gerekçe yapılamayacağını vurgular. İnanç farklılığının insanî muamele hakkını kaldırmayacağını ilkeleştirir. Dolayısıyla İslam dini referans yapılarak normal iyilik ve adalet esasına dayalı ilişkilerin dışına çıkılamaz. Din farklılığı, zülüm, haksızlık ve adaletin dışına çıkmağa; mevcut barış, adalet, ünsiyet ve iyilik esasına dayalı ilişkileri bozmaya gerekçe yapılamaz. Günümüzdeki, İslam ülkelerinde ama Batılı devletlerin gizli servislerince iğfal edilmiş grupların terörü bu açıdan değerlendirilmelidir. Bu iğfal edilmiş zihinler, İslam'ın hak ve adalet ilkelerini çiğnemekle İslam'a hizmet ettikleri zehabına kapılmaktadırlar. Oysaki adalet, tevhitten sonra gelen ilkesidir. Tevhit ilkesinin topluma ve hayata yansımasıdır.

Yani, bir insan olarak Müslümanın, gayr-i müslimlere adalet, nezaket ve iyilikle yaklaşması gerektiği gibi, bir Müslüman olarak da insanın, gayr-i müslimlere öyle yaklaşması gerekir. O, din farklılığını medenî-insanî ilişkileri bozmaya bahane yapamaz. Gerektiğinde savaşır; ama hukuk çerçevesinde... Adaletin gereği olarak savaşır, ama savaşı zulme ve saldırganlığa dönüştürmemelidir. Liberal bir ilim adamı, “dinî farklılıklar, tabiî hukuktan taviz verilmesini haklı çıkarmaz.”(6) demektedir. İslam açısından da din farklılığı, hak, adalet ve insaf kavramlarından uzaklaşmayı; şeriatı ihlal etmeyi haklı çıkarmaz.

Kısaca Müslümanların cihadı ile gayr-i müslimlerin işgal, sömürü amaçlı harp taktikleri arasında çok esaslı farklılıklar vardır. Öyle ki İslam'da,

- savaşın bir taşkınlık olması da

- savaşta taşkınlık yapılması da kabul edilmez.

Bu hususun, aşağıdaki ayette netleştiği söylenebilir:

“Size karşı savaşanlarla, siz de Allah yolunda sava­şın. Aşırı da gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez. ...şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.”(7)

Tekrar asıl konumuza dönersek, Müslümanların, İslam'a ve Müslümanlara zarar veren, saldıran topluluklara karşı mücadele etmeleri kadar bu mücadele nasıl yaptıkları da önemlidir. Müslümanların, Ümmet'e musallat olan kimselere karşı mücadeleyi İslam'a uygun bir hareket hattı içinde yapmaları gerekir.

Bugün, ülkemizde dindar kesim, haddi aşmış, hakka başkaldırmış, hukuku dejenere etmiş bir yapıya karşı mücadele veriyor. Başka bir ifadeyle, Allah, bu yapıyı, siyasi güç verdiği dindar insanlar eliyle tasfiye ediyor. Ancak burada, bir sorunun üzerinde tekrar tekrar düşünülmesi gerekiyor:

- Allah (c.c.), zulmü ve karanlık işleri yol edinmiş bu yapıyı acaba adaletten ayrılmayan Müslüman­lar eliyle mi def ediyor yoksa zulme bulaşmış insanlar eliyle mi def ediyor?

İnsan, adil hareket ederse ahirette mükâfatını, haksızlık ve kötülükle iş yaparsa ahirette cezasını görecektir.  Tarihin akışından ayrı olarak bireyler, neler yaptığından sorgulanacaktır. Müslümanlar, zulme karşı savaşırken kendileri zulme bulaşmamalıdır. Hakkı ikame etmeye çalışırken adaletten ve insaf ölçülerinden uzaklaşmamalıdır.

Daha açıkçası, paralel yapıyla mücadelede, dün İslam'a ve bu milletin İslam ile yoğrulmuş değerlerine, örf ve geleneklerine açık bir düşmanlık eden; Müslümanlara karşı kinleri ağızlarından taşan insanları makbul kimseler gibi görmemelidir. Dün, halkın inancına ve örfüne açıkça saldırmış olan, bugün ise millî, özgürlükçü ve haktan yana görünen kimseleri topluma güzel adamlar veya mazlumlar olarak sunmamalıdır.

Kendi çıkarını amaç edinen, kimliğini çıkara dönüştüren bu grupla da mücadele edilmeli, en azından bunlar masum, mazlum ve makbul kimseler olarak sunulmamalıdır. Bunlar, yozlaşmış güruhtur. Bunlarda hakiki bir millet bilinci de yoktur.

Kadim Şuur: Millet-i İbrahim

Mevcudiyet için zaman ve mekan gerekir. Zaman, bir millet için tarihtir. Mekan ise vatandır. Bir coğrafyayı vatan edinmeden ve orada bir tarih yazmadan millet olunmaz. Ama bir tarih yazmak için de bir inanç, ideal ve şuur gerekir. Kökü Anadolu'da, dalları dört kıtada olan bu milletin de bir inancı vardır: İslam.

İslam, bu milletin mayasıdır. Bu milletin ideallerini, İslam şekillendirir. Bu milletin değerler manzumesini, İslam akideleri biçimlendirir. İdealleri,  değerler manzumesi, anlayışı ve zihniyeti ile bu millet, İslam milletidir.

Kadim İrfan: Vahdet İçinde Kesret

Millet olarak bir olmak, birlikle daha güçlü olmak lazım. Millet olarak bir olmak için herkesin aynı inancı paylaşması gerekmez. Ancak, herkesin aynı tarih şuuruna, aynı millet mefkuresine, aynı vatanseverliğe sahip olması şarttır. Millet olarak her ferdin aynı inanca sahip olması gerekmez. Ama bu milletin inancından pay alması ve bu milletin irfanını benimsemesi gerekir. Herkes inanmak zorunda değildir ama inanca saygılı olmalıdır.

Dinî ve kültürel farklılıkları kaldırmak, asla gerçekçi, medenî ve makul değildir. Aslında, yeryüzünde tek bir inancın olması bile imtihan kavramına ters düşmektedir. Çünkü tek bir dinin olması bireyin onun yerine başka bir inancı seçememesi demektir. Başka bir açıdan bakınca da tek bir inancın olmaması, ya insanların akıl, vicdan ve irade sahibi olmamalarının ya da o inancın artık bir gayb konusu olmaktan çıkmasının sonucu olabilir.

Toplumun tabiatında kesret yani çokluk olduğu gibi vahdet yani birlik içinde olmak da vardır. Eğer, kesret olmazsa, toplum dışa, yeniliğe, gelişime ve canlanışa kapalı olur. Eğer vahdet olmazsa, o zaman da toplumda huzursuzluklar, derin çalkantılar v e çatlaklar meydana gelir.

Vahdet için, her ferd bu millete aidiyet hissi taşımalıdır. Bu milletin içinden biri olduğu, ortak değerleri ve mefkureleri paylaştığını düşünmelidir. Bu millete aidiyet hissi, bu milleti, modernleştirilecek kalabalıklar olarak görmekten başkadır.

Bu ülkenin yönetiminde çok uzun yıllar söz sahibi olmuş, Ergenekon adıyla simgelenen, “kemalizm” adını kullanan, beyazların statükosunu muhafaza etmeye yönelik bir siyasi geleneğe sahip insanları bu açıdan değerlendirmek gerekir. Bunların, aslında, bu millete aidiyet hissine sahip olduğu tartışmalıdır. Bunlar, halkın dogmatik düşündüğü kanaatindedir. Bilimsel düşünce seviyesinde olanlar ise kendileridir. Oysaki pozitivizm ile pozitif bilimleri birbirine karıştırırlar.

Bunlar, kendi fikrine bırakılırsa, halkın yanlış karar vereceğini inanırlar. Bu nedenle halkın verdiği kararlara silahın, üniformanın ve postalın gücünü kullanarak müdahalede bulunmuşlardır, yakın zamanlara kadar darbe çığırtkanlığı yapmışlardır.

Bunlar, bugün, demokrasi havarisi kesilirler. Ancak, birkaç yıl öncesine kadar bunlar, demokratik sonuçları meşru görmeyen bir söyleme sahipti. Bunlar, halkın iradesi bunların fikrine ve arzusunu uymadığında, halkı küçümseyen, ona müdahalede bulunmayı dikte eden söylemlerle asıl fikirlerini ortaya dökerler.

Bunlar, şimdilerde FETÖ’ya karşı söylemleriyle söz sahibi oldu. Evet, FETÖ’ye karşıdırlar, darbeye karşıdırlar. Ama, demokrasiden yana da değillerdir. Onlar, yalnızca müdahale edebildikleri, tek kutuplu medya ile yönlendirebildikleri, siyasi ve ticari rantlarını elde tutabildikleri, beyaz olarak kalabildikleri bir demokrasiden yanadırlar.

Bunlar için, kendi vehimleri demokratik ilkelerden daha önemlidir. Bunlar için kendi dogmatik düşünceleri, siyaset biliminden ve sosyolojiden daha üstündür. Bunlar, sonuna kadar demokrat olamazlar, fırsatını bulurlarsa kendileri darbe yaparlar. Bunu sağlamak için de dün olduğu gibi bugün de Batılı devletlerin desteğini almayı ihmal etmezler. 28 Şubat sürecinde, ülkeyi hortumlayanlar, bunlar içinden çıkmıştır. Bunlar, hortumladıkları parayı ülke dışına çıkarmışlar, gittikleri yerin gizli servisleri ve mafyasıyla beraber yemişlerdir. Bunların çoğu, gemiyi ilk terk eden farelere benzer. Bu halka gerçek anlamda aidiyet hissetmeyen, kendini halkın üstünde gören, halka uygarlaştırılacak, modernleştirilecek güruh olarak bakan kimselerden de ancak bu beklenir. Hemeninde halkı terk edip kendilerine başka liman ararlar.

Birkaç yıl öncesinde Adnan Menderes’i mezarından çıkarıp tekrar idam etmekten söz edenlere acaba FETÖ darbe kalkışmasıyla gün mü doğdu? Darbeciler başkası olunca, bunlar demokrat mı oldular?

Halk tarafından seçilmiş meşru hükümete karşı cumhuriyet mitingleri düzenleyenler, darbe çığırtkanlığı yapanlar, günahların mı kurtuldular?

Acaba, bu Ergenekoncuların kuyruk acısı olmasaydı durum ne olurdu? Erdoğan’a karşı FETÖ’cülerle mi yoksa FETÖ’cülerle Erdoğan’a karşı mı ittifak yaparlardı?

Bugün “Ergenekon yok, asla olmadı.” diyemeyiz. Ergenekon vardı, farklı şekillerde var olmaya devam edecek. Ergenekon’un olmaması, siyasilerin, münevverlerin, ilim adamlarının bilinç ve farkındalığına bağlıdır.

Gezi de FETÖ’nün parmağı vardı da Ergenekon’cular orada değil miydi? Kendilerini devletin kurucularının âdeta doğal varisi gibi görenlerin, ülkenin iç savaşa sürüklenmesi pahasına böyle hareketlere destek vermesi nasıl yorumlanabilir?

Kuyruk acısı onlara Recep Tayyip Erdoğan düşmanlığını unutturmuşsa, gün gelir, kuyruk açıcısını unuturlar; Erdoğan düşmanlığında FETÖ ile birleşirler. Nitekim 28 Şubat'çıların FETÖ ile ilişkisi hâlâ karanlık ve kuşku verici... Bunlara karşı gaflete düşmemek lazım. Yeniden tarih yapabilmek için, bugün yaşananları iyi okumak gerekir. Olmamış gibi davranırsak, bunlar yeniden olur.

Burada 15 Temmuz’un amaçlarından birinin Batı’yla uyumlu ve ılımlı, iğdiş edilmiş bir din yorumuna sahip bir gurubun önünü açmak olduğu unutulmamalıdır. Buna göre, FETÖ ile mücadele, Türkiye'yi Fransız laisizmine geri götürmek isteyenler için fırsata dönüşmemelidir. 15 Temmuz’un perde arkasında, FETÖ’nün küresel düzeyde önünü açmak ama Türkiye’yi kendi sınırlarına hapsetmek suretiyle, İslam dünyasından siyasi uyanışı sonlandırmak isteyenler vardı. O hâlde, Türkiye’yi aynı kadere mahkûm edecek Ergenekon kalıntılarına da propaganda fırsatı vermek hiç doğru değildir. Çünkü, “Batı’yla uyumlu ve ılımlı ama halkıyla kavgalı” bu zihniyette, Türkiye için asla bir gelecek yoktur. Sol’un bir entelektüel birikimi ve endişesi vardır. Dindar kesimin de bir endişesi ve entelektüel birikimi vardır. Tarih için bir düşüncesi, insanlık için bir ideali vardır. Ama Ergenekon’un yoktur.

Bir kez daha düşünmek lazım…

 

Dipnotlar:

1- Mülk 67/2. “O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için, Arş'ı su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde yaratandır…” Hud 11/7. “Biz, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim diye yeryüzündeki her şeyi dünyanın kendine mahsus bir zinet yaptık.” Kehf 18/7.

2- Hud 11/7.

3- Kehf 18/7.

4- Hacc 22/39.

5- Mümtehıne 60/8. Ayrıca Bk. Nisa 4/90.

6- Barry, Norman, “Civil Society, Religion, And İslâm”, Islam, Civil Society And Market Economy, ed. A. Yayla, Ank. 1999, s. 16.

7- Bakara 2/190, 193. Ayrıca Bk. 2/246.