Ketebe Yayınları arasında çıkan "Müslüman Kadın’ın Kurtarılmaya İhtiyacı Var Mı?" adlı kitabında yazar Lila Abu-Lughod kurtarma retoriğinin altındaki gerçekle okuru yüzleştiriyor.
Kevser Çakır Demir / Yeni Şafak
Lila Abu-Lughod’un Ketebe Yayınları’ndan çıkan, çevirisini Hazar Gümüşsoy’un yaptığı “Müslüman Kadın’ın Kurtarılmaya İhtiyacı Var Mı?” kitabı, Batı’da Müslüman Kadın algısını sorgulayan güçlü bir çalışma olarak okuyucunun karşısına çıktı. Kitap temelde ‘Müslüman kadın ve buna yönelik kurtarma’ kavramının sorunu üzerine düşünmeye teşvik eden, akademik bir çalışma olma özelliğinde. Kitap Müslüman kadın temsillerinin var olan çeşitliliğine karşı gelen ve kadının acizliği üzerine kurulu bu söylemin, Batılı kadın ya da adam için üstünlük algısını beslediğini ifade ediyor. Yazar, Batı acele bir şekilde Müslüman kadın tanımı yaparak, dinin kendisini hapsettiği alandan kurtarılması gereken tek bir tipoloji olarak kadını özetlediğini belirtir.
Kurtarma ifadesinin kendisi esaret, iradenin yok olması durumundaki birine yöneliktir. Birisini kurtarıyorsanız, bu onu bir şeyden ya da bir başkasından kurtarıyorsunuz anlamına gelir. Onu kurtardığınız şeye karşı olarak, kurtarıcının üstünlüğü ile ilgili varsayımlarınız olmalıdır. Bu söylem, üstünlük duygusu ile doğrudan bağlantılıdır ve kendini konumlandırdığı şeye karşı oldukça indirgemeci yaklaşmasının bir sonucudur. Derrida’nın ifadesiyle bu, ‘kendi özne statüsünü pekiştirecek bir öteki üretme peşindeki Avrupalı Özne meselesidir’.
TUTSAK KADIN ALGISI
İslam dünyası söz konusu olduğunda ortaya konan bu genellemeci yaklaşımı Abu-Lughod da, İslamistan kavramıyla özetler. Önce İslamistan diye bir yer üretiliyor, sonra o ülkede tutsak bir kadın resmediliyor, daha sonra onu kurtarmak üzerine bir operasyona girişiliyor der. Tesettürlü kadınların zorlanmış ve erkek baskısına maruz kalmış olduğu varsayımı ile hareket edilir. Mezkur retoriğe göre, madun kadının kendi sesi yoktur. O sebeple kurtarılmaya ve onun adına konuşulmasına-konuşturulmaya değil- muhtaçtır. Kurtarma retoriğinin Batı’da geçmişinin karanlık olduğunu belirten Abu-Lughod, kadınlar için savaşa gitmenin, bir yere müdahale etmek ve sömürgeci feminizmi arttırmak için eski kolonyal heveslerle eşgüdümlü ilerleyen bir durum olduğuna dikkat çekmektedir.
Mesihyan bir tasavvurla, tanrısal özellikleri kalıtımsal olarak paylaşan batılı adamın, eksik-noksan, kültürel-geleneksel kodlara sahip olduğunu düşündüğü Güney Asyalı, Ortadoğulu, Afrikalı kadınları kurtarma fantezisi eskiye dayalı bir kolonyal alışkanlıktır. Tek fark olarak, önceki zamanlarda misyoner literatür etkiliyken, bugünün kurtarma operasyonlarında küresel feminizm ve seküler demokrasi ile ilgili liberal söylemlerin etkili olmasıdır. Abu-Lughod asıl sorulması gereken soruya odaklanır, küresel feminist kampanya, savaş ve şiddet dönemlerinde nerededir?
Burada önemli başka bir soru daha sormaktadır. Batı Müslüman Kadın’ı neye doğru kurtarır? Elbette Batılı değerlere, seküler dünyaya, insan hakları söylemine, liberal demokrasiye ve temelde Batı medeniyetine doğru bir kurtarmanın söz konusu olduğunu iddia eder. Batı Müslüman kadının örtünmeyi kendisinin istemiş olduğuna inanmaz. Dolayısıyla, önce kurtarması gereken şey örtünün kendisidir. Daha sonra da Müslüman erkekten ve ailesinden kurtarmalıdır. Bu yüzden kurtardığı kadın batılı değerlere sığınacaksa, kurtarılmaya layıktır. Özetle Lughod, Batı araçsallaştıramayacağı kadını kurtarmaz der.
28 ŞUBAT DÖNEMİNİ HATIRLAYALIM
Esasında biz bu yaklaşımın yansımalarını yakın tarihimizden de tespit edebiliriz. “28 Şubat’ta özel ve direkt olarak hedef alınan Müslüman kadın olduğu halde, Batı neden Müslüman kadını kurtarmaya teşebbüs etmedi” sorusu önem kazanır. Müslüman kadın kamusal alandan sert bir şekilde tecrit edilirken, insan hakları söylemi ya da kadın hakları söylemi neden imdada yetişmedi? İşte niyet tam da bu noktada kendini ele vermektedir, bu Müslüman kadın; Müslüman kimliği ile kamusal alanda var olacak olan kadındır. Dolayısıyla, o Batı için kurtarılacak değil, mümkünse bulunduğu şartlara mahkûm edilecek kadın olma özelliği taşır.
Yazar Müslüman kadının kurtarılması söyleminin ve bu kadının madun olarak süregiden inşasına karşı dikkatli olunması gerektiğinin bir başka örneği olarak, Mısır’da kadınları peçeden kurtaran (!) İngiliz yönetici Lord Cromer’in, İngiltere’de kadınların oy haklarına karşı çıkan aynı kişi olması örneğini hatırlatır ve bu ikiyüzlülüğe dikkat çeker. Askerileşmenin kadınlar için her zaman sonuçları olduğunu belirten Abu-Lughod, Afganistan’ın otuz yıllık politik kargaşasına rağmen yaşananların faturasının -bu işgallerin doğrudan Batı ile bağlantılı olmasına karşın- geleneğe kesilmesini adil bulmamaktadır. Batı’da kadına yönelik şiddet vakası bireysel suç olarak görülürken, Doğu’da faturanın kültüre kesildiğini ifade eder.
Dolayısıyla topyekûn kültürü, geleneği, sosyolojiyi suçlayan bu yaklaşıma karşı oldukça eleştirel bir dil kullanır. Yazar konuyu ele alırken, kendi kullandığı disiplini de eleştiriye tabi tutmaktan geri durmaz. Antropolojinin sömürgeci güçlerle bağlantısı ve kültürel farkları kalıp yargı haline getirmedeki suç ortaklığına değinir. Nihayetinde kitabın bütünü bize şunu söyler, kurtarma çağrısı hiçbir zaman sadece bir söylem olarak kalmamıştır, bu çağrı aynı zamanda askeri, kültürel ya da politik müdahaleler için bir davet niteliğindedir.