NORMAL

Ramazan Demir yazdı.

YAŞAM 29.06.2023 22:19:00 2
NORMAL
Tarih: 29.06.2023 22:37 Güncelleme: 29.06.2023 23:00

بسم الله الرحمنِ الرحيم
 

BİSMİHİ TEALA
 

Her türlü minnetimiz Yüce Allah’adır. Eksik, kusur, hata ve günahlarımızı O’na itiraf ederek bizi bağışlaması için O’na dua ederiz. Her türlü kusuru kendimize, kusursuzluğu O’na nispet ederiz. Birini diğerinden ayırmadan O’nun resullerinin tamamına iman ederiz.


NORMAL


Saygıdan mı mütevazilikten mi yoksa vitrin olsun diye mi bilinmez, yazarlar fikirlerini izhar ederlerken aralara konusunda muteber kişilerin sözlerini serpiştirmeyi artık âdet haline getirmişlerdir. Aslına bakılırsa böyle yapmak söze nerden başlayacağını, konuya nasıl bir giriş yapacağını bilemeyen (biz gibi)’ler için biraz da arkasına sığındıkları bir sütre gibi olmaktadır. Bu satırları yazan yazar da ‘normal’ kelimesi üzerine birkaç kelam etmek istemektedir ama o da diğerleri gibi bir sütreye ihtiyaç duymaktadır. Çünkü ‘normal’ kelimesinin ilintili olduğu konuların çokluğu ve griftliği böyle bir yola mecbur bırakmaktadır. Eninde sonunda basit bir kelimedir ama Türkçemize altı harfle girmiş ‘normal’ kelimesi içinde bulunduğumuz insanlık halinin pek de normal olmadığını göstermektedir. Şimdi bir kelime hakkında birkaç kelam edelim derken durup dururken işin içine koca bir insanlığı karıştırdık ve yazının devamını düşündüğümüzde daha da karıştıracağımızı öngörmek işten bile değildir. Eh işin içine insanlığı karıştırınca istemesek de bizden çok daha akıllı insanların dikkatini celb edecek ve belki de kullandığımız ispat yöntemi hakkında onlardan epey azar işiteceğiz. İşte bu azarları birazcık olsun bertaraf etmek için konuya giriş sadedinde bize sütre olacak büyük insanların sözlerinden birkaçını aktararak başlamanın tehlikesi daha az bir yol olduğu görülmektedir.


Yazının konusu ‘normal’ kelimesidir ama bu bir kelime olduğu için konuya daha gerilerden “dil ve insan” ilişkisinden başlamak gerekmektedir. Çünkü bu kelimenin anlamı hakkındaki küçük bir sapma (aslında her kelime öyledir) sadece bir konu üzerindeki düşüncelerin yanlış oluşmasına değil tüm tasavvurun yanlış inşa edilmesine neden olacaktır. “Eğer hiç konuşmayan, anlaşmak için bir lisan ve tabi ki kelimeler kullanmayan varlıklar olsaydık acaba tasavvurumuzu nelerin üzerine bina ederdik?” şeklinde bir soru sorulmuş olacak ki diller üzerine en fazla kafa yoranlardan biri olan Jean-Jacques Rousseau “Eğer sadece doğal gereksinimlerimiz olsaydı çok büyük olasılıkla konuşmayabilirdik ve sadece jestlerin diliyle eksiksiz anlaşabilirdik.” diyebilmiştir. Fakat bu söz hemen sizi Rousseau hakkında kötü düşüncelere itmesin çünkü bu güzel cümlesine “Eğer sadece doğal gereksinimlerimiz olsaydı…” şeklinde bir şart ile başlamıştır. Fakat Rousseau’yu savunmak için kendimizi paralasak da meseleye imkânsız önermeler kurarak yaklaşmasının pek de savunulacak bir tarafı yoktur. Doğrusu dil deyince akla gelen ilk isimlerden biri olmasına rağmen “Eğer sadece doğal gereksinimlerimiz olsaydı…” cümlesi ona pek yakışmamıştır. Çünkü hem bir meseleyi ispatlanması imkânsız bir örnekle açıklamaya kalkışmak ilmi değildir hem de kulağı uzun yoldan gösteren bu cümlenin kısacası “Eğer sadece hayvan olsaydık…” cümlesidir. Fakat Rousseau bu kadarla yetinseydi iyiydi ama o yukarıya aldığımız cümlesine şu sözlerle devam etmiştir:
“Eğer sadece doğal gereksinimlerimiz olsaydı çok büyük olasılıkla konuşmayabilirdik ve sadece jestlerin diliyle eksiksiz anlaşabilirdik. Bugünkülerden pek az farklı, hatta amacına doğru daha iyi ilerlemiş toplumlar kurabilirdik; yasalar koymuş, önderler seçmiş, sanatları icat etmiş, ticaret kurmuş ve kısaca, neredeyse sözün yardımıyla yaptığımız her şeyi yapmış olabilirdik.” (Dillerin kökeni üzerine denemeler s.5).


Neredeyse konuşan bir varlık olduğumuza bizi pişman edecek bu cümleler Rousseua’ya şu açından yakışmaktadır. O, Müslüman kelamcıların aksine insanı konuşan bir canlı olarak değil, konuşan bir hayvan (animal) olarak görmektedir. Anlaşılan o ki Rousseau bize uygun bir sütre olmamaktadır.


İnsan türü ve diller hakkında Rousseau gibi düşünmeyen Muhammed el-Gazali bir yandan “Dillerin kökeni hakkında konuşmak gaybı taşlamaktır” diyerek dillerin kökeni üzerinde tartışmanın gereksizliğini vurgulamakta ama diğer yandan konuşmanın insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği olduğunu da söylemektedir. Doğrusu Gazali gibi Müslüman kelamcıların tamamı da varlık türlerini özelliklerine göre tasnif ederlerken insanı hayvandan ayıran kendine has en belirgin özelliğinin “konuşmak” olduğunu söylemektedirler.


Fakat tam da bu tespit beraberinde dillerin kökeni sorununu getirmektedir. Çünkü konuşmak insanda doğuştan var olan bir kabiliyettir ama hiçbir insan annesinden bir dili konuşarak doğmamaktadır. Diller olmasa insandaki konuşma kabiliyetinin Rousseau’nun söylediklerinden öteye gitmeyeceği aşikardır. İnsanlar konuştukları dilleri doğuştan edinmediklerine ve dillerin tamamı da tevarüs yoluyla nesilden nesle aktarıldığına göre dillerin ilk ortaya çıkışını bilmek en azından ona nasıl bir değer atfedilmesi gerektiği açısından önemli olmaktadır.


Özellikle batılı akademi çevrelerinde hakkında en az araştırma yapılan konunun dillerin kökeni meselesi olduğu tartışmasız bir gerçektir. Çünkü bu konu Avrupa akademiyasında yumurtatavuk kısır döngüsüne dönüşmüş durumdadır. Sırf bu yüzden Paris Lengüistik Kurumu 1886 yılından beri konuyla ilgili hiçbir yazıyı kabul etmemektedir.


Yavaş yavaş dillerin kökeni meselesinin yazının asıl konusu olan ‘normal’ kelimesi ile alakasını kurarak sadede gelelim. Dillerin kökeni hususunda iki görüş vardır. Birinci görüş dillerin “insan icadı”, ikinci görüş ise dillerin “ilahi bir bağış” olduğu iddiasındadır. Fakat ister ilahi bir bağış olsun isterse de insan icadı olsun diller için “muvadaa (vaz) ve ittifak” olmazsa olmaz şarttır. Dillerin insan icadı olmasının kabul edilmesi durumunda bu dillerdeki kelimelerin anlamlarını vazedenlerin ve o anlamlar üzerinde ittifak edenlerin insanların bizzat kendileri olduğu kabul edilmiş olmaktadır (mesela Mute’zile bu görüştedir). Fakat dillerin ilahi bir bağış olduğunun kabul edilmesi durumunda kelimelere anlamları vazedenin de insanları o anlamlar üzerinde ittifak ettirenin (uzlaştıranın) de Allah olduğu kabul edilmiş olmaktadır.


Bu temel ayrım, insan türünün diller karşısındaki durumunu, uzlaşması imkânsız iki farklı tavır sahibi olmaya itmektedir. Dillerin insan icadı olduğunun kabul edilmesi durumunda tüm zamanlardaki ve mekânlardaki insanlar da kendilerini tıpkı ilk vazediciler gibi vazedici olarak görme hakkına sahip olurlar. Fakat dillerin ilahi bir bağış olarak kabul edilmesi durumunda dillerin ilahi bir emanet olduğu da kabul edilmiş olacaktır ki bu durumda diller bir ayrım sebebi olmaktan da çıkacaktır.


Fakat tarihin seyrine ve insanların konuştukları dillerin başlarından geçen serüvenlerine baktığımızda insan türünün dillere karşı son derece hoyrat davrandığı izaha muhtaç olmayacak kadar ortadadır. Oysa dillerdeki değişiklikler, eklemeler, çıkarmalar etkisini dil üzerinde değil insan üzerinde göstermektedir. Çünkü insanlar konuştukları dillere göre tasavvur sahibi olurlar. Mesela, “Dil düşüncenin tenidir.” demiştir Hegel.


Kelamcıların, filozofların ve filologların hemen hepsi mealen; “Dil denilen şeyin insanların birlikte yaşama tecrübelerinin en önemli aracı olduğu”nu söylemişlerdir. Yine hepsi doğal yollarla edinilen dillerin kişilerin ana dili olduğu ve bu anadilin aslında “tasavvur” birlikteliği olduğunu söylemişlerdir. Bu noktada toplumların üzerinde ittifak ettikleri ve anadil olarak benimsedikleri dillerinin bir düşünceyi başkasına aktarma aracından daha öte varoluşsal bir anlamı olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Türk Dil Kurumu’nda uzun yıllar görev yapmış, M. Kemal’e “Atatürk” soyadının verilmesini meclise teklif olarak sunan ünlü Türkolog Agop Martayan Dilaçar (ö.1979) anadil hususunda şöyle demektedir: “Dili yapan insan değil, insanı yapan dildir. Bir milleti tam olarak anlayabilmek için onun dilini de bilmek gerekir. Milleti kandan ziyade ana dili belirtir. Dünya bireyin ruhunda bir sözlük gibidir, o onu ana diliyle okur”.


Yine Agop Martayan gibi TDK başkanlığı yapmış Macit Gökberk (ö. 1993) anadil hakkında şunu demiştir: “İnsan başardığı her şeyi önce bu tek dilde (anadilde) öğrenir. Dile şeklini veren biz değilizdir; o bizi şekillendirir. Dilin üzerimizdeki etkisi hepimiz için geçerliliği olan düşüncelerden ve doğrulardan çok daha güçlüdür. Dili biz, önce ana sütünü emer gibi özümleriz, sonra da onu, bütün hayatımız boyunca, hazır bulduğumuz bir sermaye gibi tüketiriz.”


Anadili işlevsel olarak düşüncelerin ve hatta doğruların bile üzerine koyan M. Gökberk, anadilin korunması ile toplumun korunması arasında doğrudan bir ilişki kuran şu cümleyi kurmadan edememiştir: “Bir de milleti ortadan kardırmanın kestirme yolu dilini ortadan kaldırmaktır derler, ki çok doğrudur.”


İşte bizim ‘normal’ kelimesi ile dillerin yolu tam burada kesişmektedir. Çünkü bundan bir asır öncesine kadar bambaşka bir dili konuşan bizler, bu ‘normal’ kelimesi ile ilk defa 1924 yılında Mehmet Bahaettin’in Yeni Türkçe Sözlüğü’ne almasıyla tanışmışız. Bundan öncesinde Türkçede bu kelimenin kullanıldığına dair hiçbir örnek bulunmamaktadır. Yani 1924 yılından önce Türkçe konuşurken ‘normal’ kelimesini kullanmak anormal bir durummuş.


‘Normal’ kelimesi asıl itibariyle Latince kökenli bir kelimedir. “Gönye” anlamına gelen ‘norm’ kelimesine ‘alis’ eki eklenmiş ve “gönyeli, kurala uygun, kurallı” anlamını kazanmıştır. Kelime önce ‘normale’ şeklinde Fransızcaya, oradan da ‘normal’ şeklinde Türkçeye geçmiştir. TDK Sözlüğü’nde kelimenin karşısına “aşırılığı, eksikliği ve taşkınlığı olmama, ortalama durum” anlamı konulmuştur.


Fakat kelimenin anlamından da anlaşılacağı gibi hem gönyeli, kurallı olmak için hem de eksiklik ve taşkınlıktan uzak olmak için referans alınan sabit bir noktaya ve sabit kurallara ihtiyaç vardır. Yani kural olmadan normal olmak imkansızdır. Yoksa hangi durumun neye göre normal olduğunu veya neye göre normal olmadığını belirlemek imkansızdır.


Mesela, ‘normal’ kelimesi üzerinden ‘insan türü’ne bakalım ve soralım: “Normal insan ne demektir?”


‘Normal’ kelimesinin “kurallı olmak, bir kurala göre olmak, referans noktası olmak gibi anlamlarına geldiğini göz önüne aldığımızda “normal insan” ifadesinin bir kurala göre hareket eden, kurallara ve ilkelere göre tanımlanan kişi anlamına geldiği anlaşılmaktadır. Fakat burada başka bir sorun daha ortaya çıkacaktır. İnsanın kendisine göre tanımlandığı ve onun normali olan kuralların da normal olması gerekmektedir. Buna “kuralların kuralı” veya “kuralların normali” desek yanlış bir ifade olmaz sanırım.


Fakat bu ifade bizi “kuralların kuralsız yani normal olmadığı veya kuralların kurallı olup olmadığını anlayacak kıstasların olmadığı tüm disiplinlerin üreteceği normallerin tamamının anormal olacağı” gibi mantıksal bir zorunluluğa götürecektir. Mesela örnek olarak normal insan standardından çıkmış insanları tekrar normale çevirmek için bilimsel bir disiplin haline getirilmiş Psikoloji’yi ele alalım.


Psikoloji bilimi, matematik, fizik gibi ilimlere nazaran son derece yenidir. Bu bilim dalının 19. yüzyıldan sonra ortaya çıktığını söyleyen Yrd. Doç. Dr. Elvan Ertürk, Psikolojinin tanımının şu şekilde olduğunu söylemiştir: “Psikolojinin bir bilim olarak ortaya çıkışının temelinde, insanın davranışlarını ve zihinsel süreçlerini anlama ve bilimsel yöntemlerle açıklama çabası vardır. Bu çaba sadece insanların ne yaptığını değil, aynı zamanda düşüncelerini, duygularını, algılarını, akıl yürütme süreçlerini, belleklerini ve bedensel işlevlerini koruyan biyolojik aktiviteleri de kapsar.”


E. Ertürk, Psikoloji biliminin “insanı her yönüyle anlamak” olduğunu söylemiştir ama psikoloji biliminin bunu yapabilmesi için her şeyden önce anlamaya çalışılan insana bir tanım getirilmesi gerektiğine hiç değinmemiştir. Çünkü Psikoloji biliminin insan hakkında referans olabilecek sabit bir tanımı yoktur. Bu noktada tanımı olmayan bir şeyin normali ve anormali nasıl belirlenecektir? Mesela, E. Ertürk’ün tezinde biraz dolaştığımızda şöyle bir cümlesi ile karşılaşmaktayız: “17. yüzyıldan önce bilginin temelini dogmalar oluştururken Descartes ile başlayan süreçte beden-ruh ikilemi ve insanı anlama çabası farklı bir düzeye taşınmıştır.”


Doğrusu böylesi bir cümleyi kurabilen bir psikoloğun hastası olmayı hiç istemeyiz. Çünkü biz bilginin temeline dogmaların hâkim olmasının 17. yüzyıldan önce değil tam tersi sonra olduğunu ve bizzat bu cümleleri kuranların kendilerinin bilimi değil dogmaları temel aldığına inanmaktayız. Eh bu inançla böyle düşünen bir psikoloğun karşısına gitseydik ve ağzımızla kuş da tutsaydık “normal” olduğumuza asla inandıramazdık ve kendimizi en yakın ruh ve sinir hastanelerinden birinin izale edilmiş koğuşlarından birinde bulurduk galiba.


Psikoloji bilimi normal insana bir tanım getirememiştir ama tuhaf bir şekilde anormal insana psikonevrozlar üzerinden tanım getirmiştir. Mesela, Türkiye’nin önemli sağlık kuruluşlarından birinin internet sitesinde (reklam olmasın diye adını yazmıyoruz) psikonevrozların tanımı şöyle yapılmıştır.


“Psikonevroz; mevcut klinik yaklaşımda kullanılmasa da daha öncesinde çeşitli psikolojik rahatsızlıkların tanımlanmasında kullanılan bir terimdir. Günümüzde psikolojik rahatsızlıkların daha kolay tespit edilebilmesi ve tedavinin etkili bir biçimde gerçekleştirilebilmesi adına iki farklı sınıflandırma yönteminin kullanıldığı söylenebilir:
• Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından tanımlanan, tüm dünyada yaygın bir şekilde kullanılan ve “Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders” adı verilen DSM sistemi.
• Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından geliştirilen, dünyada resmi tanı sınıflama sistemi olarak kabul edilen ve “International Classification of Diseases” adı verilen ICD sistemi. DSM sistemi; belirli aralıklarla Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından yeniden düzenlenerek kılavuz halinde yayınlanır. Bu anlamda, günümüzde DSM-5 kriterlerinin ruhsal sorunların tanımlanmasında sıklıkla kullanıldığını söylemek mümkündür. DSM-3’ten itibaren kılavuzlarda psikonevroz terimi yer almamaktadır; bunun yerine psikonevroz içinde değerlendirilen bozukluklar kendisine has tanımlar ve farklı isimlerde kılavuzda açıklanmıştır. Ancak, psikonevroz halen ICD-10 sisteminde yer alan bir terimdir. Bu farklılık nedeniyle, psikonevroz tanımı konunun uzmanları tarafından farklı şekillerde ele alınır veya bu tanımın bazı durumlarda klinik açıdan kullanılması tercih edilmeyebilir.”


Bizim gibi Psikoloji ilminden bi haber olanların bu uzun cümlelerden anladığı şudur: Aslında insanın anormali hakkında da sabit bir tanım yoktur yani tanımsızdır. Bu yüzden teşhisler ve tedavi yöntemleri her doktora göre farklılık arz edebilir. Fakat bir an bu çıkarımımızda haksız olduğumuzu ve Amerikan Psikiyatri Birliği’nin sınıflandırmalarının tanım yani sabit kurallar olduğunu kabul etsek bile durum yine değişmemektedir. Çünkü psikolojik hastalıkların tamamının sebebi tasavvur bozukluklarıdır. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin sabit tanımlamalara ulaşması için “insan tasavvuru” hakkında kurallarının yani sabit referans noktalarının olması gerekmektedir. Eğer ki bu Amerikan Psikiyatri Birliği, Amerikan dünyasına yön veren kapitalizmi temel almışsa ve normal insanı bu yaşam biçiminin kurallarına göre belirlemişse (ki öyle olduğu anlaşılıyor), onlara göre çocukken oyuncaktan mahrum kalmış bir yetişkinin normal olması mümkün olmayacaktır.


İşte kendi anlamı “kurallı olmak, kurala göre olmak” olan ‘normal’ kelimesinin hayatta bir karşılığının olması için referans alınan noktaların da normal yani kurallı olması gerekmektedir. Mesela, 600 yüzyıl bir dili konuşan, devasa bir geçmişe sahip olan bir milletin (ulusun) dilini bir gecede değiştirdikten sonra normali yeni geçilen dilin içinde aramak normal midir? Mesela, Kur’an’a inanıp demokrasiye göre yaşamak normal midir? Mesela, yüzlerce yılda oluşmuş bir tasavvuru üç beş yılda yıkıp insanları başıboş tasavvurlara yöneltmek normal midir? “Normal”i Fransızcadan geçen ‘normal’ kelimesi ile tanımlamak normal midir?


Bizim normalimize inandığımız ve asla değişmeyecek sabit refarans noktamız olan Kur’an üzerinden bakacak olursak, bir yandan ahirete inanıp diğer yandan kapitalist özlemler sahibi olmak asla normal değildir. Dünya beklentilerimizi ahireti yok sayarak şekillendirmek asla normal değildir. Kur’an gibi bir mucize dururken, tasavvurlarımızı başka şeylerle inşa etmemiz asla normal değildir. Kur’an her şeye yeterliyken onun yanına başka şeyler koyarak inanç oluşturmak asla normal değildir. Mümin gibi inanıp münafık gibi yaşamak asla normal değildir.


Psikonevrozlara gelince: Kur’an’da geçen “kafir, müşrik, fasık, facir, münafık, müfsid” gibi tanımlamaların tamamı psikonevrozların ta kendisidir. Bu kelimelerin tamamı kelime değil kavramdırlar ve her biri nevrotik bir durumu ifade ederler. Çünkü kafirlik, müşriklik, fasıklık, münafıklık vs. kişide oluşan tasavvurundan bağımsız davranışlar değillerdir. Bu kavramların tamamı devasa psikolojik çözümlemelerdir. Bu kavramları bırakıp, bırakmayla kalmayıp “dogma” olarak niteledikten sonra hiçbir kuralı yani normali olmayan kavramlarla insana dair teşhis koymak ve tedavi uygulamak imkansızdır.


Amerika veya Avrupa’da topluma hâkim olan kapitalizm üzerinden insana dair normalleri belirlemek kesinlikle anormaldir. Çünkü ‘normal’ kelimesinin en sade tanımı “tabî olmaktır” ve kapitalizm tabî değildir. Normal yani tabî olan tek şey MÜMİN OLMAK, MÜMİN KALMAKTIR.
 

Kusursuzluk sadece Âlemlerin Rabbi Allah’ın olabileceği bir şeydir.


الحمد لله رب العلمين


Ramazan Demir
29.06.2023


Ali Akkuş
30.06.2023 08:12:07
Normal denen şeyin'de anormal olduğunu da öğrendik ya...! Elhamdülillah.

Mustafa ERTEKİN
30.06.2023 12:57:11
Altında ancak RD ( ramazan demir) imzasını görebileceğim bir makale okudum. Allah razı olsun.