İslâmcılığın anlamı ve işlevi üzerine tartışmalar genel olarak analitik yaklaşımın karakteristik kavramsal açıklığı ve yöntemsel kesinliği olmaksızın sürdürülmekte. Kavramın bizzat esasına, özüne gitme yönündeki çabalar şaşırtıcı sayıda itiraz, yorum, tartışma ve münakaşaya neden oldu. Öyle sanıyorum ki, medya düzleminde İslâmcılık tartışması ilk defa bu kadar yoğun bir biçimde sürdürülüyor. Tartışmanın siyasi iktidar dolayımında gerçekleştiğini de belirtmek lazım. Genel olarak ifade etmek gerekirse, ben tartışmaların birkaç yıldır gerçekleşen bazı önemli siyasal pozisyon kırılmalarında görülen değişikliklerin sonucu olduğunu düşünüyorum. Ama özellikle son bir yıldaki dindar nesil tartışmaları çok daha hayati etkide bulundu. Hatta İslâmcılık tartışmasını tetikleyen esas unsurlardan birinin, İmam Hatipler noktasında ortaya konulan farklı ve çatışmalı yorumlar olduğu bile söylenebilir.
Yazarlardan ve yorumculardan kaynaklanan farklı yaklaşımlar olmakla birlikte iktidara "yakın" iki gazete Yeni Şafak ve Star gazetesi bir tür İslâmcılığı savunurken -çünkü bu gazetelerin "kanaat teknisyenliğini" yaptıkları AKP, İslâmcılığın muhalif kanadını temsil eden bir hareket olarak değil, sisteme uyum kanadını temsil eden bir hareket- görece farklı bir yerde duran Zaman gazetesi ise genel olarak (bilhassa siyasal) İslâmcılığı olumsuzlama hatta ona karşı derin bir kuşkudan beslenen ayrıksı bir dilin baskın olduğu yazıların yayımlandığı bir yayın organı olma konumuna düştü. Tartışmaya hariçten dahil olan isimlerin bir çoğunun- görebildiğim kadarıyla bu konuda Hamza Türkmen önemli bir istisna- bu siyasal bağlamın farkında olmaksızın "metafizik" tartışmalar içinde boğulmaları düşünce tartışmalarının siyasal olanla dolayısıyla hayatla irtibatı konusundaki dikkatsizlikten kaynaklanmaktadır.
Tartışmanın bütünüyle keyfi olmadığını anlamak için bazen "aile havası" içinde sürdürülen bu tartışmada maalesef kimi zaman İslâmcılığa ilişkin olarak oryantalizmden beslenen, Kemalistlerden bile daha saldırgan yazılar yayımlandı gazetenin yorum sayfalarında. İslâmcılığa ilişkin eleştirel literatürün bir parçasını oluşturan Muhammed Said al-Ashmawy tarafından yazılan İslâm'a Karşı İslâmcılık (1994) kitabını hatırlamak bile İslâmcılık karşıtı dilin kökenlerini anlaşılır kılacaktır. İnsanın aklına acaba İslâmcılık niçin bu kadar hicvediliyor sorusunun gelmemesi mümkün değil. Fakat şu temel gerçek atlanmamalı. Hasımlara dair 'değişen dünyayı okuyamama" suçlamasıyla pekiştirilen post-ideolojik ve pragmatik vizyonun başat konuma geldiğinin işareti olarak da okunabilir İslâmcılığa dair eleştirel dil. Siyasal fırsat da doğunca, bu aktörler yeni vizyonlarıyla birlikte çekincesiz bir biçimde açığa çıktılar.
İSLÂMCILIK TARTIŞMALARINDA HETEROJEN İKİ CEPHE
Tartışmanın bağlamının birdenbire açık bir hâl kazanması şimdilik mümkün olmasa da İslâmcılık konusunda yazanlar sadece İslâmcılığa ilişkin olarak değil aynı zamanda birbirlerinin konumlarına göre de taraf oldular. Şimdiden İslâmcılığa ilişkin hatırı sayılır bir ikincil literatür oluştu. Oluşan yorum hatları İslâmcılık tartışmasına kadar örtülü olan siyasi yönelimleri daha da aşikâr kıldı. İslâmcılara karşı 'silahlara' sarılanlardaki çeşitlilik içinde yeni eğilimler daha çok fark edilir hâle geldi. Sözgelimi ilk defa Sakarya'da geçen yıl düzenlenen "Türkiye'de İslâmcılığın Dönüşümü" kongresinde İslâmcı olduğunu belirten İsmail Kara hem Star'da hem de başka ortamlarda yayımlanan söyleşilerinde İslâmcı olduğunu belirtme gereği duydu. Aynı zamanda bu yorumlar, İslâmcılık hakkındaki farkındalığı, ilgiyi arttırdı, İslâmcı mirasa yaslanma, sahiplenme konusundaki çekinikliği bir miktar da olsa geriletti.
Bu süreçte Aksiyon dergisi de Ayşe Adlı ve Murat Tokay'ın hazırladığı dosya ile İslâmcılık tartışmalarına "muhtasar" katkı sunan bir sayı hazırladı. Muhtasar diyorum, çünkü çoğu kişinin görüşleri siyak ve sibakından koparılarak özet bir şekilde sunulmuş. Kuşkusuz dosyada söylenenlerin tümünün belli öğelerini, içeriğini ve kaygılarını değerlendirmek bu yazının sınırlarını aşar. O yüzden ben temel bahislerini oluşturduğunu düşündüğüm bazı noktalar üzerinde durmak suretiyle tartışmanın "siyasal" olarak tekabül ettiği bağlamı bir miktar da olsa aralamak istiyorum.
Sayıda dikkati çeken en önemli nokta, tartışmada ortaya konulan üslubun Zaman gazetesinin yorum sayfasında İslâmcılık odağında yayımlanan yazılardaki genel üsluptan farklılığı kadar Mümtaz'er Türköne ve Ahmet Selim'in yazılarındaki üsluptan da farklı olması. Fakat İslâmcılığın temellendirilmesi noktasında Türköne'nin İslâmcılığın Doğuşu(1991) tezi doğrultusunda bir yaklaşım söz konusu. Bilindiği gibi Türköne, İslâmcılık konusunda milliyetçi bir refleksten hareketle Namık Kemal ve Ali Suavi'yi Cemalettin Afgani'den daha önemli ve öncelikli görmektedir. Aksiyon da genel itibariyle bu bakış açısını yansıtmış. Kuşkusuz Aksiyon'un tartışmada kullandığı referanslar açıkça belirtilmemiş olsa da derginin siyasi düşünce çizgisi dikkate alındığında bunda şaşılacak bir şey yok.
Derginin farklı isimlere yönelttiği ortak sorular şunlar: İslâmcılık nedir? İslâmcı kime denir? Bu düşünce hangi ihtiyaca cevap verir? Tartışmalar hangi derdimize derman olur? Sorular bu şekilde formüle edilse de bence bu sorulara soru sormaktan kaçınmanın verilebilecek bütün cevapların en kötüsü oluşundan hareketle şunların da eklenmesi gerekirdi: İslâmcılık tartışmalarının oturduğu siyasal bağlam nedir? Yanlış bir ikicilik olarak tedavüle sokulan İslâmcılık ve Müslümanlık arasında uyuşmazlık olduğunu düşünenlerin konumları nasıl değerlendirilmeli? Bu arada tam da ne oldu? Kuşkusuz bu sorulara başka sorular da ilave edilebilir. Fakat bu soruları cevaplandırmayı denersek özü yakalamanın hoş olan veya olmayan etkisiyle baş başa kalacağımız kesindir. Mesela İsmail Kara'ya "İslamcılık gereksiz Müslümanlık yeter" cevabını alma niyetiyle sorulduğu fark edilen " Neden Müslümanlık yetmiyor?" sorusuna Kara'nın vermiş olduğu şu cevap aynı zamanda İslamcılık ve Müslümanlık ayrımı üzerinden siyaset üretmeye çalışan çevreye dönük bir eleştiriyi de içermektedir: "Birçoğuna, mesela halka yeter. Türkiye'de en büyük dairenin Müslümanlık oluşu müspet bir çerçeve olarak geliştirilmelidir. Fakat 'Müslümanım' diyen insanların her hâlde tamamının İslamiyet'in aynı zamanda siyasi, toplumsal bir sistem olduğu konusunda inançları, kabulleri yoktur. Bunlarla İslamcılar Müslümanlık dairesinde birleşir ama İslam'ın aynı zamanda siyasi ve toplumsal alanda talepkâr, mücahede ruhu canlı bir din olduğu noktasında ayrılır, ayrılabilir."
Her şeyden önce İslâmcılık tartışması iyi tanımlanmış iki kavramsal hat üzerinden değil oldukça heterojen iki "cepheyi" karşı karşıya getiriyor aslında. Tartışmayı yürütenlerin bunun farkında oldukları çıkarımını da yapmak mümkün. Aksiyon'un genel yayın yönetmeni Bülent Korucu'nun "Müslüman mı İslâmcı mı?" başlıklı yazısının ilk cümleleri bundan dolayı önemli: "İslâmcılık tartışmaları tarihî devr-i daim içinde yükselip azalıyor. Tartışma mevsimlerini çoğunlukla siyasi gelişmeler tetikliyor. Bunlara bakınca mevzunun ilahiyattan ziyade siyasetin konusu olduğunu söyleyip bırakabiliriz." Korucu gibi siyaseti ikincilleştiren yorumcuların şunun farkında olmaları gerekir: Müslümanlar arasındaki ilk ve belirleyici ihtilafın doğduğu bağlam siyasiydi. Sonraki bütün kavramsal ve teolojik tartışmalar bir biçimde siyasalın gölgesi ve etkisi etrafında biçimlendiği için Müslümanlık cihetinden ilahiyat ve siyaset ayırımı kolayca yapılamaz, yapılsa bile bunun bir değeri olmaz. Dosyada yer alan şu cümle Korucu'nun kanaatinin tam tersini ifade ediyor: "İlk bakışta siyasi unsurları dikkat çekse de ilk günden itibaren bütünüyle dinî bir tartışma yapılıyor aslında."
Belki Yalçın Akdoğan'ın şu sözü daha anlamlı, bazı noktaları tespit etmek için: "Bugün olup bitenleri İslâmcılık üzerinden konuşmak çok doğru değil; ama elbette İslâmcılık konuşulması gereken önemli bir mevzu." Eski İslamcıların kendi kimliklerinden kurtulmak için ellerinden geleni yaptığı on yıllarda İslamcılığı sadece iktidar meselesi üzerinden eleştirmenin yanlışlığı konusunda İsmail Kara'nın tespitleri önemli: "İslamcılığı sadece 'iktidara gelmek' üzerinden açıklamak aktüel olarak para edebilir ama eksik bir okuma olur. İslam var kaldığı müddetçe İslamcılık hep olacaktır."
Tabii İslâmcılığın iktidarı güçlendirebilme potansiyelini ortaya koyan Murat Güzel'in şu ifadelerini de atlamamak lazım: "AK Parti'nin, geniş toplumsal kesimlere hitap eden söyleminin işe yaramadığı durumlarda İslâmcılığın tekrar majör siyasal iddialarını dile getirmeye başlaması da mümkündür, bu ihtimal tümden göz ardı edilemez. İslâmcılık gibi 150 yıllık bir tarihe sahip bir siyasi anlayışın 10 yıllık AK Parti iktidarıyla birlikte sönümlendiğini ileri sürmek doğrusu çok aceleci bir hükümdür."
İslâmcılığın "majör siyasal iddialarını dile getirmeye başlaması"ndan duyulan rahatsızlığın kimin alanını daraltacağı da önemli bir nokta aslında. Tartışmalarda doğrudan veya dolaylı olarak ama her halükârda olumlayarak Bediüzzaman'a atıf yapılması da manidar. Bu vurgunun Nur hareketi eksenli hinterlantla alakalı olduğu düşünülebilir. Buna karşın İslâmcılık denildiğinde ilk olarak akla gelen "küresel" isimlerden Hasan el-Benna, Seyyid Kutup, Mevdûdî fazla siyasal bulundukları için eleştiriliyor. İktidar dolayımında İslâmcılık eleştirisi yaparak sivil toplumculuk anlayışını inşa eden isimlerin, eleştirilerinin bir kısmının Mayıs 1968 ruhundan izler taşıdığının farkında olup olmadıkları da üzerinde durulması gereken bir başka konu. Bunu özellikle ifade etme gereği duydum. Çünkü İslâmcılık üzerinden ortaya konulan endizm(sona ermişlik, bitiş), terör, zorbalık, ütopya, totaliterlik şeklindeki eleştirilerin benzerleri Marksizm için de söz konusu edilmiştir. Esasında bu yaklaşım liberalizmin ideolojikliğini gizleyen pür ideolojik bir temelden beslenir. Ütopya fikriyle sorunları olanların ahlakı hukuktan, sorumluluklardan ibaret görerek ahlakın dolu dolu ve kendini gerçekleştirecek biçimde yaşama sorunu olduğunu göz ardı ettikleri de görülür.
İSLÂMCILIK KONUSUNDA BAZI GENELLEMELER
İslâmcılık bir modern zaman üslubu ve İslâm'ın "ideolojileştirilmiş hâli" şeklinde kabul ediliyor. İslâmcılıktaki ideolojik bakiye bir "meşruiyet sorunu" olarak öne sürülüyor ki bu ideoloji karşıtlığı merkez sağ siyasetin yıllardır oldukça mahir olduğu bir konu. Kriz zamanların zihni durumları anlaşılmak istenmediği için İslâmcıların ilk dönemlerdeki apolejik söylemleri eleştiriliyor. Fakat burada tuhaf olan nokta şu: İlk dönem İslâmcılarının modernliğin güçlü olduğu zamanda ortaya koymuş oldukları savunmacı dilin İkinci Dünya Savaşı sonrasında terk edilmesi de eleştiriliyor. İlki kompleksli bir bilincin yansıması olarak eleştirilirken ikinci konum haddinden fazla ideolojik, çatışmacı ve radikal görülüyor. İslâmcılığı eleştirenleri vesveseli ve kaygılı kılan varoluşsal bir korku hissedilmiyor değil. Burada farkında olunmaksızın günümüzde de elan sürdürülen kompleksli dile dair herhangi bir eleştirinin gündemleştirilmeyişi İslâmcılığın sürekli bir biçimde eleştirilmesini de beraberinde getiriyor. Sistemin her zamankinden daha saldırgan ve acımasız olduğu vasatta gündeme getirilen ılımlılık ve hoşgörünün içerdiği kompleks hatırlanmıyor nedense! Öte yandan ilk nesil İslâmcıların zaaflarının aşılamadığı genellemesini yapmak da İslâmcılık fikri içindeki düzeyleri bilmemenin bir göstergesi. İlk neslin zaaflarının nasıl aşıldığını görmek için doksanlı yıllarda yayımlanan İslâmcılık konulu kitapları tekrar dikkatle okumak lazım. Yoksa anonim yorumların konformizminden kurtulmak mümkün olmaz. Liberal rölativizmin yükselişinden, o da olur, bu da olur, şu da olur eklektikliğinden şikayetçi olanların aynı zamanda Seyyid Kutub'tan da rahatsız olmaları yaşanan düşünsel krizin en somut göstergesi.
Tümüyle yanlı/ş olan yaklaşımlar da yok değil. Eğer bir yazım yanlışı yoksa Ali Yaşar Sarıbay'ın "İslâmcıların medeniyet iddiası taşımadıklarının altını çiziyor" oluşu ise tam anlamıyla bir "cehalet" örneği. Medeniyet söylemine dair İslâmcılık fikri içindeki farklı yaklaşımlar bir yana bu konuda Malik Bin Nebi'den Sezai Karakoç'a uzanan medeniyet tartışmalarını hatırlamak bu cehaletin ne kadar katmerli olduğunu gösterecektir. Dosyayı hazırlayanların İslâmcı figürler arasındaki nesil farkını bilmedikleri de dikkatlerden kaçmıyor. Muhammed Abduh için söz konusu edilebilecek olan yüzyıllık ilgi/vurgu Seyyid Kutup için söz konusu edilemez. Tabii bu isimlerin fikriyatı üzerine düşünme ameliyesinin bihakkın gerçekleştirilebildiğini de söyleyemeyiz.
Aksiyon'a görüşlerini açıklayan isimlerden bir kısmı İslâmcılığı mümkün kılan koşullara odaklanarak geçmişte sadece siyasal düzlemde gündeme geldiği düşünülen İslâmcılığı eleştirdikleri görülmektedir. Oysa İslâmcılığın Türkiye seyrinin ne kadar siyasal bir kimlik olarak ortaya konulabildiği veya kültürel İslâmcılıktan çıkıp çıkamadığı konularında sarih bir kanaate ulaşmak mümkün değil. Mesela Asef Bayat İslâmcılığın sadece kültürel bir zeminde kalmasından dolayı toplumsalın diğer alanlarında başarılı olamadığını ifade eder. Sanki dosya İslâmcılığın aşırı siyasal olarak görülen dilinin budanmasına katkı yapmak için hazırlanmış. O yüzden farklı bakış açılarına hatta bağdaşmaz görüşlere sahip yazarlar aynı saftaymış gibi görünmektedirler. Milli Görüş özelinde sürdürülen İslâmcılık tartışmaları bakımından önemsenmesi ve tartışılması gereken kanaatler var dosyada. Mesela Milli Görüş'ü kimi zaman eleştiren Müfid Yüksel'in bu hareket dışındaki radikal İslâmcılığın Türkiye seyrine dair dili çok hırçın. Buna karşın İsmail Kara'nın yaklaşımları Nurettin Topçu hattında konumlanmış olmanın getirdiği siyasal bakiyeden dolayı daha çok Necmettin Erbakan eleştirileri ile öne çıkıyor. Kara, AKP'yi eleştiren bazı isimlerin belki kurumsal görevlerinin de tesiriyle bir tür 'nostalji' olarak sahiplendikleri doksanlı yılların aslında İslâmcılıktan ricat yılları olduğuna dikkat çekiyor.
Tabii ki şunu da belirtmekte yarar var: İslâmcılık konusunu entelektüel bir tartışma olarak faydalı gören fakat bir aşama sonrasında bu tartışmanın "bizim gibi düşünmüyorsan patates dinindensin" noktasına gelme riskinden söz eden Bülent Korucu'nun eleştirileri de doğrudan Milli Görüş'e dönük aslında. Görünümdeki tarafsızlığın altında çetin bir tarafgirliğin bulunduğu açık. Dolayısıyla bu tartışmanın ilk aşamasının bile salt entelektüel bir tartışmayı temsil ettiği konusunda aklımda kuşkular var. Korucu'nun Batı'da İslamcılığın terörizmle eşdeğer görülmesini hatırlatması, tartışmayı Müslümanlık mahfilinden sürdürenlerin adeta "hayatta kalma stratejisine" işaret etmektedir.
YORUM TEKİLLİĞİNİN GİZLEDİKLERİ
İslâmcılık ve gelenek ilişkisinin mahiyetini açıklama yönündeki bütün ifadelerin İslâmcıların bu yöndeki genel tercihlerini eleştirme üzerine kurulu olması da dikkat çekmektedir. Sözcüklerin de kendi kaderleri vardır, bazı sözcüklerin kaderi diğerlerinden daha tuhaf olsa da. İslâmcılık eleştirilerinde "gelenek" sözcüğünün anlamı çokça kırılmalara maruz kalıyor. Kelimenin birbirinden keskin biçimde farklı kullanımlarının ortak paydasını sanırım muhafazakârlık oluşturuyor. Kavramın semantik yükü ve kullanımları hakkında uzlaşmaya varmak bir yana Türkçeye 1940'lı yıllarda dâhil olan "gelenek" sözcüğü üzerinden İslâmcılığı tahfif etmek ise tuhafın tuhafı bir seçim. Bir zamanlar Müslümanların Kur'ân meali okuması gerekliliği düşüncesi, basitçe modernlik alameti olarak görüldüğünden lekeleyici bulunurdu, oysa bu günümüzde en geleneksel yapıların bile kabul ettiği bir olgu haline gelmiştir. Başlangıçta İslâmcılığın kaynaklara dönüş düşüncesinde mündemiç bulunan bu düşünce bugün sıkıntılı bazı yanlarına karşın bir başka geleneğin oluşumuna sebep olmuştur. Utanılacak veya yerilecek bir hal olmaktan çıkmıştır, Müslüman'ın anladığı dilden dininin temel kaynağını okuması. O nedenle ikide bir soyut gelenekçilik savunusunun açıklayıcı bir anlamı yoktur. Öte yandan İslâmcı öbeklerin sürekli bir yeniden değerlendirme içinde oldukları da nedense dikkate alınmak istemiyor. Bu bir yönüyle şunu da gösteriyor aslında: İslâmcılığa dair tartışmalara dâhil olanların çoğunun zihninde İslâmcılık belli bir dönemde donup kalmış bir olgu. Bu yüzden doksanlardan sonraki yıllarda İslâmcılığa dair ortaya konulan bakışlardan habersizlik hemen fark ediliyor.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, İslâmcılığın tasvirinde/tanımlanmasında ortaya çıkan ayrılıklar, somut siyasi taraf olma haline yansımamıştır. Sıklıkla dile getirilen Said Halim Paşa vurgusunun -Paşa'nın siyasal konumu da akılda tutularak- tartışmanın "İslâmcılık düşüncesiyle ilişkilendirilmesi doğru görülmeyen" AKP'deki bazı gelişmelerden "kaygılı" olanların öne sürüldüğünü düşünmek de mümkün. Dosyadaki şu cümleler üzerinde düşünülmeli: "İktidar Partisi'nin İslamcı çizginin dışında olduğu, herkesin kabul ettiği bir fikir değil elbette. Aksine kimileri, tartışmanın uyandırdığı heyecanı iktidarda İslâmcı bir parti bulunmasına bağlıyor. Sarf edilen cümleler, dile getirilen itirazlar AK Parti'ye içeriden muhalefet başladığını gösteriyor onlara göre. Siyasi partilerin karakterleri hakkında konuşmak tabii ki kişileri değerlendirmek kadar kolay değil." O nedenle İslâmcılık karşıtlığı veya bazı taraflılıklar hangi biçim altında olursa olsun siyasal bir bağlama tekabül etmekte, bundan dolayı iki tarafa da söz yetiştirmek için çaba harcayanlar izahı mümkün olmayan çelişkilere kolaylıkla düşebilmektedirler. Eminim ki doksanlı yılların çelişkili pragmatizmleri konusunda bugünden yapılan eleştirilerin benzerleri sonraki on yıllarda bugünlerdeki çelişkili pragmatik stratejileri için de gündeme getirilecektir.
Ali Yaşar Sarıbay'ın şu ifadeleri ise bir başka pragmatizm eleştirisi bakımından önemli: "Bir şeye karşı olmak, onu yeniden üretecek mekanizmalardan uzak durmayı gerektirir. Siz kapitalizmi, 'Peygamber Efendimiz de ticaretle uğraşırdı' diyerek savunduğunuzda, 'İslam zenginliği reddetmez' dediğinizde; dünyaya hâkim olan bir durum üzerinden İslam'ı meşrulaştırmaya başlarsınız. Onadığınız veya onamadığınız şeyler açısından, pragmatik bir gözle yaklaşırsanız dinden doğru cevabı alamazsınız."
Aksiyon'da genel olarak yorum tekilliğinin öne çıktığının da farkında olmak gerekiyor. Batı karşısında güç kaybının meydana getirdiği kriz zamanlarında faturanın İslâm'a çıkarılmasını reddeden ve sonradan 'İslâmcılar' diye tanımlanacak isimlerin, 'Batı karşısındaki yenilgimize din değil onun bugüne kadarki yorum ve yaşanış biçimi sebep olmuştur" dedikleri fakat olumsuzlukla tasvir edilen bu hâlden kurtulmak için tecdit ve ihyanın gerekliliği noktasında karar kıldıkları üzerinde durulduktan sonra ortaya konulan yorum tümüyle İsmail Kara'nın İslâmcılıkla ilgili değerlendirmelerini yansıtır nitelikte. Şöyle devam ediyor dosyadaki yazı: "Bu karar, o güne dek kazanılmış tüm ilmî birikimin, tasavvuf ekolleri aracılığıyla yerleşen irfanın ve geleneğin reddi anlamına geliyor. Toplumun kendini var eden kökleriyle bağı radikal biçimde kesiliyor. Artık aradaki yorumlar yok sayılacak, her mesele için doğrudan Kur'ân ve sünnete dönülecek. Ve yeni devrin Müslümanları; pragmatik bir yöntem uygulayarak kaynaklardan 'işlerine yarayacak' yorumları kendileri çıkaracak."
İslâmcılık ve milli devlet konusu tartışılırken "İslâm devleti" kavramı sürekli bir biçimde eleştiriliyor fakat Türkiye'nin bir ulus devlet oluşu nedense hatırlanmak istenmiyor. Sanki, Mısır, Pakistan ulus devlet Türkiye değil! Müslüman dünyadan yapılan çevirilerin de küçümsendiği hissediliyor. İslâmcıların 1980'lerde entelektüel daralma yaşadıkları şeklindeki ifadeler ise yaşanan gerçeklere tamamen aykırı. Zira bu yıllarda hem Müslüman dünyadan hem de Batı'dan çeviriler yapılırken diğer taraftan Türkiyeli İslâmcıların ilk telif eserlerini yayımladıkları nedense hatırlanmak istenmiyor. "Siyasi mücadele dışında bir çabadan söz etme imkânına sahip değiliz" diyenler bu yıllarda yayımlanan dergilerin ortaya koyduğu entelektüel gayretin üzerini bilinçli olarak örtmektedirler. Büyük Doğu'dan Düşünce dergisine Diriliş'ten Aylık Dergi'ye uzanan onlarca dergi olmasa seksen sonrasındaki entelektüel canlanma nasıl oluşacaktı acaba? İran İslâm devriminin yarattığı heyecanlı, diri, kendine güvenen atmosferle birlikte Batı'ya ilişkin farkındalığın ve eleştirelliğin daha da güçlenmiş olduğunu hatırlamak gerekir. Dolayısıyla seksenli yıllarda ve sonunda bir daralmadan değil taşınamayacak kadar ağır bir evrensellik vurgusunun öne çıkışından söz edilmesi daha doğru bir tespittir.
Müslümanlık/İslâmcılık dolayısıyla imtihan bakımından yeni bir aşamada olduğumuz bu dönemde yapılan bu tartışmaların artarak devam edeceği muhakkak. Dosya şu temenni ile bağlanıyor: "[B]ugünün dünyasına bir teklif veya çözüm üretilecekse bunun için elimizdeki yegâne kaynak İslâm. Kendini İslâmcılık ideolojisi üzerinden tarif etsin, etmesin Müslümanların siyasi hedeflerden önce dünyanın sosyal sorunları üzerine kafa yorması, İslâm'ı bu gözle yeniden tanıması, anlamlandırması gerekiyor. Tartışmalar bu maksada hizmet ederse İslâmcılığın yarını adına umutlu olmak için bir sebebimiz olacak. "
Biz de, "umut ilkesini" canlı tutan B. Salman Sayyid'in Fundamentalizm Korkusu kitabının son paragrafı ile bağlayalım bu yazıyı: "Şüphe yok ki İslâmcı gel-git önümüzdeki yıllarda gerileyecek ve yükselecektir. İslâmcılar hayal kırıklıkları yaşayacaklar, ilerleme ve gerileme kaydedeceklerdir. Fakat Müslümanlar var oldukça, İslâmcılık vaadi ve korkusu var olmaya devam edecektir. Çünkü nihayetinde biz Müslümanlar için İslâm, her şeyin daha iyi olacağı ümidinin öbür adıdır."
ASIM ÖZ/DÜNYA BÜLTENİ