Tarih acı bir ilaç gibidir, yutulması zordur ve adamı terletir. Aslında tarih diye bir nesne yok, o, zaman diye adlandırdığımız mecrada akan insan ve diğer varlıkların hikâyesidir. “Olmuş, olacağı izler” derler ya işte öyle bir şey… Sonuçta tarihi yapan da yazan da insandır. Tarihi yapma konusu çok önemlidir. Ama onu yapanlar ile olanı yazmak da yapmak kadar gerekli ve önemlidir. İşte bu denemede bir tarih yapıcısı ve döneminde devrimci diyebileceğimiz değerli bir şahsiyet ile onu izleyenlerden söz etmek istiyorum. Onun devrimci izleri silinmek istenmiş, fakat tamamen buharlaştıramamışlar. Kitaplardaki gerçekleri gizleyebildikleri gibi, onun varlığını olmasa da devrimci kişiliğinin büyük bir kısmını saklamayı becerebilmişler. Bunu, “Bir kimsenin ölü veya diri birisini taklit etmesi helal değildir. Herkes gücü oranında içtihat etmelidir.” Dediği ve böyle davrandığı için yapmışlar. Ölüyü de diriyi de taklit etmekten başka mahareti olmayan toplumlarda, böyle adamlar gizlenmeli, yoksa taklit kaynaklı sürü imparatorluğunun büyüsü bozulur, değil mi?
Ebu Muhammed İbn Hazm’dan söz ediyorum. Onunla tanışalım; h.384/m.992 yılında Kurtuba’da İran asıllı bir ailede doğmuş ve h.456/m.1064 yılında Leble(Niebla) çölündeki köyünde sürgünde iken ölmüştür. Ailesinin yanında iken özel eğitim ve öğretim görmüş, aynı süre içinde Kur’an’ı da ezberlemiştir. On beş yaşına kadar rahat ve refah içinde yaşadıktan sonra, sıkıntılı ve felaket günleri başlamış ve çok zorlu günler geçirmiş, bu arada Kurtuba’dan Meriye’ye göçmek zorunda kalmış. Bu felaketler İbn Hazm’ ı ilme yöneltmiştir. Kur’an, hadis, fıkıh, dil, hikmet ve felsefe ilimlerinde dönemindeki meşhur bilginlerin kültürüne yetecek kadar kültürel donanıma sahip olmuştur.
Bir tartışma toplantısında ona, “bu senin söylediklerin, şuradan buradan toplanma şeyler değildir” dendiğinde, “Ben hakka tabi oluyorum, içtihat yapıyorum, hiçbir mezhebe bağlı kalmıyorum” diye cevap vermiş. Geride bıraktığı süreçte çeşitli mezheplere ilgi duyup yönelmiş, bir kısmına bir süre bağlı kalmış, fakat sonunda hepsinden vazgeçip muhalif kalmıştır. Aynı süreçte ülkedeki siyasi olaylardan çok uzak kalmayıp dip dedesinin kölelikten azat edilmesine dayalı minnet duygusuyla Emevi yönetimini desteklemiş. Bu desteği haklı olarak ona laf getirebilir, ama dedesinin azat edilmiş olması, İbn Hazm olarak kendisi için minnete değer görülebilir. Emevi yönetimi sona erince, Kurtuba’ya dönüp ilmi çabalarını sürdürmüş. Bu süreçte değişik görüşlerdeki bilginlerle çeşitli tartışmalar yapmış, çok suçlanmış, görüşlerine itiraz edilmiş ve dışlanmıştır. O da geri durmayıp diğer fakihlerin görüşlerini keskin dili ve kalemi ile acımasızca eleştirmiş. İnandığı düşünce ve görüşlerini çok etkili bir şekilde savunup devrimci bir tutum sergilemiş. Bundan rahatsız olan emir El Mutazıd, onun kitaplarını yaktırmış. Buradan şunu anlıyoruz; İbn Hazm, düşünce ve görüşlerinden ötürü hem Emir’in, hem de bilginlerin gazabına uğramıştır. Bu her zaman aynı değil midir?
Ebu Muhammed İbn Hazm, hak olduğuna inandığı sözleri, çekinmeden söylermiş. Çağdaşları onun söz ve kalemle görüşlerini belirtirken çok şiddetli olduğunda hem fikirdiler. Onun için, “ilmi öğrenmiş, ama ilmin siyasetini öğrenememiş,” demişlerdir. Bilindiği gibi, “Siyaset ilmi” başka bir şeydir, “ilmin siyaseti” başka bir şey. Maalesef, bütün zamanlarda daha çok revaçta olan ikincisidir. Dürüstlük; ilmin siyasetini öğrenmek yerine, Hakkın hatırı için, egemenlerin hatırına aldırmadan devrim bilinciyle yola devam etmektir. İbn Hazm, biraz kızgın gibi görünüyor, değil mi? Nedeni; emirlerin/sultanların ve onları tahrik eden âlimlerin kendisine kötülük düşündüklerini hissediyordu. Bu anlamda fiili olarak kendisine işkence yapıldığı da oluyordu. Kendisi için, biraz hiddetli birisi olduğunu, hiddetinin sükûnetini bozduğunu ve bunun da kendi çalışmaları için, heyecan ve azim meydana getirdiğini, bu nedenle de bir yandan da yararlı olduğunu söylüyor. Âlimler, İbn Hazm’ a karşı emirleri/halifeleri tahrik ettikleri zaman o, kendisinin hak ve ruhsal bakımından onlardan daha kuvvetli olduğunu hisseder, emirlerin asla kendisinden üstün olmadıklarını görürdü.
İbn Hayyan ve İbni Haldun, İbni Hazm’ in sözlerinde yanlışlıklar bulunduğunu ileri sürerek onu eleştirmişlerdir. Bu eleştirilerde doğruluk payı da olabilir, bu da çok doğaldır; yanlışların acımasızca eleştirilmesi, kişiyi en doğru olanlara yaklaştırmaz mı? Zaten İbni Hazm, kendine özgü bir yöntemle çalışmış. Böylece o, bütün ilimleri kendi gayretiyle, hocasız olarak kitaplardan öğrenmiştir. Hatta günümüz söylemiyle özgür ve tam bağımsız… Birilerinin sınırlarına takılmadan, iman ve salih amel makamında yürümek… Allah’ın hudutlarını daraltanlara inat, alabildiğine engin düşüncelerle insanı adaletle kucaklamaya uçmak/dalmak… Taklit imparatorluğunu yerle bir etmeye doludizgin, uzun maratoncu gibi koşmak; Rabbin nimetini durmadan anlatıp söylemek… Hoca ile ders yapmak iyi, ama onda kalmak kötüdür; ölüm.
İbn Hazm, Endülüs İslâm medeniyetinin kuruluşunda önemli katkılar sağlamıştır. Bu, pek bilinmez ve görüşlerine de dört mezhepten değil diye fazla itibar edilmez. Ama kitapları birçok dile çevrilmiş. İbn Hazm, araştırmalarında bazı Yunan filozoflarına güvenmiş ve onların görüşlerini de incelemiştir. Bazı konulardaki görüşlerinin özellikle Aristo ve Eflatun’la örtüşmesi bundandır. Bu bağlamda “İyilik için uğraşan kimse, aynı şekilde akla önem verse, Hasan el-Basri’ den, Atinalı Eflatun’dan ve İran’ lı Büzürgmihr’den daha büyük hâkim olur” demiştir. Kendisi genel anlamda Zahiri fıkıh ekolünü benimseyip o çizgide çalışmalarını sürdürmüştür. Bu anlamda görüşleri, Davud b. Halef el-İsfahani(Davud ez Zâhiri)’ nin fıkıh teorileriyle örtüşmektedir. Görüşlerin paralellik arz edip örtüşmesi ile körü körüne taklit farklı şeylerdir. Farklı düşünmeyi öğrenmenin önemi ve gereği tam da burada kendini göstermektedir; ilim…
Genel hatlarıyla baktığımızda Ebu Muhammed İbn Hazm’ın, özgür ve bağımsız, devrimci bir düşünce yapısına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu yapısından ötürü dönemindeki siyasi yapı içinde hiçbir zaman uzun süreli barınamadığı gibi vesayetli ilim ehli ile de arası hiçbir zaman iyi olmamış. Yani muhalif ve devrimci bir yol izlemiş. Devrimci ideolojiler hiçbir zaman kaybolup gitmezler. Aksine uygun zamanlarda tekrar sahneye çıkarlar. Gördüğümüz kadarıyla İbn Hazm’ın “zahiriliği” de bu türden bir ideolojidir. Nitekim İbn Hazm’ ın ölümünden sadece elli yıl sonra Fas’ta Mehdi b. Tumert’ in(ö.h. 524) liderliğini yaptığı devrimci siyasi hareket, Fas’taki taklitçi Murabıtlar Devleti’ne karşı h. 511 yılından itibaren silahlı bir mücadele başlatmıştı. İbn Hazm’ın “Zahiriliği” nin epistemolojik temelini ve dinsel içeriğini doğrudan benimseyen bu kalkış noktasından hareket eden İbn Tumert, hareketini sonuna kadar götürmeyi başarmış ve Muvahhitler Devleti’nin kurulmasında ön ayak olmuştur. Yeni kurulan bu devlet, esas itibarıyla İbn Hazm’ ın uğrunda mücadele ettiği ideolojik projeyi ve kültürel stratejiyi hayata geçirmeye çalışmıştır.
İbn Hazm’ ın projesi, iki boyuta sahipti: ideoloji ve felsefe. “Beyâni” boyutta projeyi devlet planında ideoloji ve yasama şekli olarak benimseyip uygulayacak siyasi bir otoriteye ihtiyaç duyan İbn Hazm, onun “Burhani” boyutunu da güçlendirecek düşünsel bir otoriteye muhtaçtı. Böylelikle İbn Hazm’ ın projesinin “Burhani” boyutu, bir felsefeye yani birey ve topluluğun mutluluğu idealine sahip çıkan bir düşünce ve ahlak sistemi kazanacaktı. İşte bu görevlerden ilkini İbn Tumert, ikincisini İbn Bacce üstlenmiştir. Şu halde İbn Tumert, siyaseti dine uygulayarak mevcut siyasi sistemi değiştirmeye çalışırken filozof İbn Bacce de siyaseti felsefeye uygulayarak yeni ve idealist bir düşünsel “vakıa/olgu” inşa etmeye çalışıyordu.
Önceki durumlara göre benzersiz ve yeni bir durum söz konusudur. Bu yeniden düzenleme girişimi; olaylara akılcı ve gerçekçi bir bakışla yani dinî ve felsefî “vakıa”yı, vakıanın verilerini göz önünde bulundurarak eleştirel bir bakışla yaklaşma esasına dayanıyordu. Ama onun dayandığı bu bakış şeklinde, vakıaya teslimiyet veya vakıanın onu kuşatıp etki altına alması söz konusu değildi. Aksine vakıayı o kuşatıyor ve yeniden inşası ve verimliliğinin artırılması için çalışıyordu. Bu başlangıcın tohumlarını İbn Hazm atmış, İbn Tumert aracı/otoriteyi yani bu tohumların yaşayıp gelişmesi için gerekli objektif şartı “üretmişti”. İbn Bacce ise bu başlangıcın gelişip kök salması için gereken sübjektif şartı yerine getirmek anlamında onun akılcı içeriğine derinlik kazandırmıştı. Objektif ve sübjektif şartların oluşması ve aşılanmasından sonra İbn Rüşd çıkmış ve bu başlangıcı daha derin bir bilinçle ve gerçekçi bir akılcılıkla tekrar inşa ederek olgunluğunu tamamlamasını sağlamış ve onu, yeni ufukların kapısını çalabilecek bir seviyeye çıkarmıştır. Evet, İbn Rüşd’ün koyduğu bu sistem gerçekten de yeni ufukların kapısını çalabilecek hale gelmişti. Nitekim öyle de oldu.
Not: Prof. Muhammed Ebu Zehra, nın, İslâm’da Fıkhî Mezhepler Tarihi (Çeviren Abdulkadir Şener, Hisar Yayınevi1976-İstanbul) ve Prof. Dr. Muhammed Âbid el – Câbirî’ nin, Arap – İslâm Aklının Oluşumu (Çeviren: İbrahim Akbaba, Kitabevi, 3. baskı, 2001-İstanbul ) eserlerinden yararlanılmıştır.