Mustafa AKMAN


TEVESSÜL - VESİLECİLİK VE MAHİYETİ

TEVESSÜL - VESİLECİLİK VE MAHİYETİ


 TEVESSÜL - VESİLECİLİK VE MAHİYETİ
Yaygın kullanımda, Allah'tan istekte bulunurken, araya nezd-i ilahide hatır sahibi olduğuna inanılan üçüncü bir şahsı veya varlığı sokmak anlamına gelen tevessülün, Peygamber'in ortaya koymuş olduğu sahih dinî öğretinin henüz bozulmadığı ilk dönemlerde -birtakım emareler dışında- görülmediği malumdur. Bu konuyla ilgili bir esas gerçek, belirtilen düşüncenin sonraları yaygın ve yerleşik bir kabul görmesinde, zamanla müesses hale gelen tasavvuftaki şeyh, mürşid, veli, gavs, kutub vb. kutsanmış şahsiyetlerle ilgili telakkilerin önemli rol oynadığıdır.
Oysa İslâm literatürü incelendiğinde tevessülün, sadece Allah'a yönelmek anlamı taşıyan bir dua ve tevessülde asıl maksadın Allah (c) olduğu açıktır. Vesile ise, Allah'a yakınlık tesis etmeye sebep olan davranışlardan ibarettir. Tevessüle bundan farklı bir anlam yüklemek yanlış olacaktır kuşkusuz. Nitekim vesile edinen kimse, bir ameli, Allah'ın (c) sevmesinden dolayı sever ve Allah'ın değer verdiği o amellere olan sevgisine güvenerek onları Allah'a vesile etmektedir. Nitekim Allah Teâlâ, gelip geçmiş kardeşlerimiz için dua etmemizi (Haşr 59/10) emretmiştir, onları çağırmamızı değil! Değilse tevessül eden kişi, vesile edindiği amelleri, Allah gibi menfaat ve/ya zarar verebilecek bir şey olarak kabul edemez. 
İşte tam da bu sebeple günümüzde anlaşıldığı şekliyle aracı edinmek anlamında bir tevessül, kesinlikle doğru değildir. Zira asıl gaye; kullarım sana beni sordukları zaman; ben muhakkak onlara çok yakınım. (Bakara 2/186) ayetinde belirtildiği gibi yakın olan Allah'a mutlak anlamda dua etmektir ve haliyle bu dua aracısız da olabilmektedir. Nitekim Kur'an'daki dua metinlerinin tamamı aracısız, doğrudan yani vesilecilik mantığından uzak bir formda verilmiştir. Bu dua pasajlarında kulların doğrudan O'na (c) sığınması ve O'nun kullara çok yakın olduğunun, dua edecek olurlarsa bizzat kendisinin doğrudan kendilerine icabet edeceğinin bilinmesi istenmiştir. Bunun yanı sıra Kur'an'da vesileciliği bütünüyle reddeden pek çok ayet vardır. Bu ayetlerde Allah'ın asla ortağının olmadığı vurgulanır ve O'nun dışındaki herhangi bir varlığa ulûhiyet izafe edilmesi kesin bir dille reddedilir. 
Göründüğü kadarıyla, tevessülle ilgili tartışmaların alevlenmesi, hicri VIII. yüzyıla rastlamaktadır. Bu dönemde İbn-i Teymiye (v.728/1327), halk nezdinde kendilerine kutsallık atfedilen ölü veya diri bazı zatlarla, mukaddes mekân ve varlıkların aşırı yüceltilmesi şeklinde yaygınlaşan tevessülü, Kur'an ve Sahih Sünnet dışındaki bütün vasıtaları/ vesileleri, şirke götüreceği gerekçesiyle reddetmiştir. İbn-i Teymiye'nin bu çıkışına yönelik itiraz ise çağdaşı Sübkî'den (v.756/1355) gelmiştir. İlginçtir ki Sübkî, şefaat ve tevessülün meşruiyetini, hemen tamamı zayıf veya düzmece hadis olarak nakledilen rivâyetlerle ispata çalışmış ve başta Peygamber olmak üzere, 'kutsanmış' şahsiyetlerle tevessülde bulunulabileceğini savunmuştur. Ayrıca o, kendi dönemindeki uygulamayı bir meşruiyet delili addettiği için olsa gerek, 'yaşadığımız şu zamanda insanların peygamberlere iltica etmesi, peygamberlerle bu dünyada ve ahirette tevessülün varlığının en açık göstergesidir.' şeklinde bir ifade kullanmıştır. 
İbn-i Teymiye ve Sübkî'nin temsil ettiği bu iki yaklaşım arasındaki fark çok açıktır. Görüleceği üzere bunların ilki, dinin temellerini korumak için toplumda yaygınlaşmış manevî hastalıklarla Kur'an ışığında mücadele etmeyi hedeflerken; ikincisi, toplumsal pratiği meşruiyetin kanıtı olarak görmenin ve bu pratiği nasslara onaylatmanın uğraş ve çabasındadır.
Bu açıdan bakıldığında bahse dair rivâyet ve polemiklerin İbn-i Teymiye ile Takyüddîn es-Sübkî ve muasır müelliflerden Muhammed Zahid el-Kevserî (v.1371/1952) ile M. Nâsıruddîn el-Elbânî (v.1419/1999) üzerinde yoğunlaştığı anlaşılmaktadır. Bu iki tarafın, bahsi geçen konuda birbirlerini ciddi manada ilzam gayretinde oldukları bilinmektedir. Bunlardan Sübkî ve Kevserî'nin çok muhterisçe davrandıkları, konuya bağlam saptırması yaparak iftira zeminine çektikleri görülmektedir. 
Meseleye Sübkî'nin penceresinden bakanlara göre -ki bu bakış, bugüne dek geniş halk katmanlarına egemen bir halde ulaşmıştır-, tevessülün değişik versiyonları vardır: 1. Allah'ın isim ve sıfatlarıyla tevessül, 2. Salih amel ile tevessül, 3. Mübarek sayılan şahsî eşya, mekân gibi cansız varlıklarla ve 4. Peygamber, âlim, veli, şehit gibi şahıslarla yapılan tevessül.
Tevessül çeşitlerinden Esmâ-i Hüsna (Allah'ın isim ve sıfatları), salih amel ve hayatta olan bir insandan dua talebi ile tevessül gibi konularda ulema arasında ciddi bir ihtilaf yoktur ve bunlara -mutlaka temkin ve hassasiyeti yitirmeden- müdahale gerekmeyebilir. Ancak zât ile tevessül başlığı altında yer alan tevessül çeşitleri, yani peygamberler ve salihlerin Allah nezdindeki mertebesi ve hakkı ile tevessül ve vefatından sonra peygamberler ve sâlihlerle tevessül konusunda ise, konu hakkında yapılmış birtakım anlamsız itiraz ve cedellere itibar etmeden bu yöndeki bütün teşebbüsleri tamamıyla reddetmek icap etmektedir. Zira böylesi tevessüllerin, 'ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz.' (Fatiha 1/4) ve 'biz onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırmaları için bağlanıyoruz’ (Zümer 39/3) gibi ayetlerin kapsamında olduğu izahtan varestedir.
Hadis mecmualarında, tevessülün bütün bu çeşitlerini destekleyen pek çok rivâyete rastlamak mümkündür. Ancak, yapılan tedkikler, bu hadislerin hemen hepsinin sened ve metin yönünden problemli olduklarını göstermiştir. Ne var ki eskiden beridir şefaatle ilgili rivâyetler, Kur'an ayetleri doğrultusunda anlaşılacağı yerde, ayetler söz konusu rivâyetler doğrultusunda anlaşılmakta, yorumlarla onlara uydurulmakta ve Kur'an'a, söylemediği şeyler söylettirilmektedir.
Bundan olacak ki, geçmişten günümüze, İslâm dünyasının hemen her tarafında kutsallaştırılan ölü veya diri kişiler, mukaddes mekânlar (mezar, türbe, mabet, kuyu, mağara, tarihi kalıt vb.), ağaçlar ve taşlar; duaların kabulü, dertlerin çaresi ve ihtiyaçların giderilmesi için birer başvuru mekânı halini almış ve bu merciler etrafında sayısız bid'at, hurafe ve efsane üretilmiştir.
İntisab
Bu konuya ilişkin ele alınması gereken diğer bir husus da intisaptır. Çünkü aracılık fikrinin önemli bir uygulama şekli de, müesses tasavvuftaki, şeyhe 'intisab' düşüncesidir. 'Tanrı ile kurulan doğrudan ilişki' şeklinde tanımlanması mümkün mistik tecrübenin, kurumsallaşma sürecinde, zühd yaşantısında ciddi bir farklılaşma olmuş ve bu farklılaşmaya paralel 'sûfî–Allah' düzeneği, 'mürid–şeyh–Allah' biçimine dönüşmüştür. 
İlk dönem sûfîlerinde göze çarpan sadelik ve basitlik, tasavvufun temel kitaplarında, Allah'a yaklaştırıcı pratikler ve metotlar anlatılırken giderek yerini daha teknik kavramlara ve sistematik teorilere terk etmiştir. Üstelik bu, o kadar uzun zamana yayılan bir süreçte de olmamıştır. Çünkü tasavvufun temel kaynakları olarak bilinen ve peşi sıra gelen kitaplarda kısa sürede değişen bir perspektifle, artık bireysel zühd olarak başlayan bir yaşantı, kurumsal (tasavvuf) bir hal almış; herkes için mümkün olan Allah'a yakınlık/yaklaşma, istenen şartları yerine getirmeyenler için imkânsız hale gelmiştir. 
Bu bağlamda, Kur'an'daki kurbet (القربة yakınlık) kavramının anlamı ve bunun gerçekleşme şartları değişime uğramış, içsel aydınlanma hala mümkün olmakla beraber artık bu, hiyerarşik bir düzene bağlanmıştır. Örneğin Gazalî'ye (v.505/1111) göre sıradan insanlar, Allah'a ulaşmak için, bir şeyhe bağlanmak ve onun izinden gitmek zorundadırlar. Bu telakkiye göre, artık ilk mutasavvıfların farz ve vaciplerin yanında evrad, ezkar ve nevafil gibi saadete erdirici diğer vazifeleri yapmakla Allah'a ulaşılacağına ilişkin yalın düşünceleri aşılmış ve bir şeyhin gerekliliği fikri, büsbütün kök salmaya başlamıştır. Oysa tasavvufî düşünce hele kurumsal tasavvuf açısından bakınca, Allah'a yaklaşmak için vasıta bulmak ve ona sımsıkı sarılmak makul olabilir. Ancak, bu telakki zamanla makullük sınırını çok aşmış ve İslâm'ın sahih öğretisi açısından kabul edilmesi olanaksız bir mahiyet kazanmıştır. 
Bu konuların fıkıh ve kelâm gibi disiplinlerde yeterince tartışılmamış olması ise ciddi bir boşluk yaratmış ve bu boşluk maalesef, popüler İslâm'ın kadim temsilcileri olan sûfîler, vaizler ve kıssacılar tarafından doldurulmuştur. Böylece özellikle sûfîler, kendilerine özgü dinî söylemleriyle geniş halk kitleleri nezdinde büyük bir teveccühe mazhar olmuşlardır. Bu mazhariyetle birlikte, kurumsallaşmış tasavvuftaki evliya hiyerarşisi içinde yer alan sivil ruhanilerin Allah'a daha yakın oldukları ve O'nun katındaki ricalarının geri çevrilmeyeceği gibi fikirler yaygın kabul görmüştür.
İnsan–Allah ilişkisinde 'aracı' ihdas etmek (vesilecilik), vahye muhatap olmamış toplumlar için mazur görülebilir. Ancak, Kur'an'a dayanan bir toplumda bu tarz bir fikrin görülmesi son derece düşündürücüdür. Şüphesiz, bunun pek çok nedeni vardır. Bize göre en önemli neden, Kur'an'ın bu konudaki beyanlarının tam olarak anlaşılamaması veya yanlış anlaşılmasıdır. 
Hâlbuki Kur'an'ın temel öğretisi tevhittir. Tevhidin özü ise, her konuda Allah'ın mutlak birliğinin ikrar edilmesidir. Allah–insan ilişkisi de, işte bu ikrarda ifadesini bulacak şekilde gerçekleşmelidir. Aksi halde tevhidin ihlali ve bunun Kur'an terminolojisindeki karşılığı ise şirk olacaktır. Nitekim ilgili ayetlerde, bazı varlıklara Allah–insan ilişkisinde aracılık misyonu yüklenmesi, açıkça şirk olarak tanımlanmıştır. 
Şu halde, Allah ile birebir ilişkide aracılar kesin olarak reddedilmiştir. Kaldı ki, insanın bireysel olarak Allah ile yakınlık tesis edeceğine ilişkin Kur'anî beyan da kesindir. Nitekim bir ayette şöyle denilmektedir:
Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve O'na yakın olmaya çalışın. (Maide 5/35)
Buna göre karşılıklı ilişki açısından bakıldığında, Allah'ın insana yakınlığını dile getiren ayetlerden, O'nun insanlarla sıcak, içten ve samimi bir ilişkiyi devam ettirdiği anlaşılmaktadır. Zaten böylesi ayetlerden hareketle, müfessirler, bunu, mekân ve yön açısından fiziki bir yakınlık değil, bilakis O'nun insanı görmesi, onun bütün hallerine muttali olması, duaya icabet etmesi, rahmetini sergilemesi şeklinde izah etmişlerdir. 
Bilindiği gibi vesilecilikte, Tanrı'nın aşkınlığı karşısında kurgulanan hiyerarşik yapının en üstünde Tanrı, en altta sıradan insanlar, ortada ise en üst ile en alt arasında aracılık yapan ve kendisini ‘kuddise sirruh قدس سره’ ifadesinde ızhar eden kutsanmış(!) varlıklar vardır. Bu kutsanmış aracı varlıklar, değişik zamanlarda farklı şekillerde algılanmış; ancak, her zaman için mevcudiyetini muhafaza etmiştir. Mamafih, bir şeyin her zaman ve zeminde varlığını muhafaza etmesi onun meşruluğunu gerektirmez. Nitekim Kur'an'ın temel tevhid öğretisinde Allah–insan ilişkisinde aracılık yapan üçüncü bir varlık kategorisine asla yer verilmemiştir; bilakis, Allah, kendisine dua eden her kulunun duasına icabet edeceğini bildirmiştir. Bu ilahî bildirime göre, O'na yaklaşmak, halini arz etmek –günlük tabirle, dertleşmek– ve O'ndan yardım istemek için gidene kapı her zaman açıktır ve bunu kişi, Rabb'i ile baş başa yapmak zorundadır. Esasen tevessülde kabul edilebilecek yegâne ölçü de bu olmalıdır. Şu halde müslümanın, Allah'a yakınlığı, işlemiş olduğu amel-i salihlerdir. Kişinin orucu, namazı vs. Allah'a birer yaklaşma çabasıdır.
Buna göre Allah'a yakınlık sağlayan her 'amel'e vesile denir. Ya da şöyle Allah'a her yakınlık sağlama çabası vesiledir. Demek ki vesile, Allah'a yaklaşma ve yakınlaşma çabasıdır. Buradaki ince nokta; vesile olması/yakınlık sağlaması için kullanılan enstrümanın bunu kabul etmesi umulanın (Allah'ın) yanında bir değer ve kıymeti haiz olup olmadığıdır. Ancak yine de şunu bilmek icap eder. Bu yakınlaşma enstrümanlarının Allah nezdinde -O ahlâkî davranacağını deklere ve yasaları çerçevesinde hareket edeceğini taahhüt etmiş olmakla beraber- hiçbir yaptırım gücü söz konusu olmadığı gibi Allah bu nedenle herhangi bir şey yapmak zorunda da değildir. 
Allah'ın isim veya sıfatlarından biri ve kendi salih ameli ile yaklaşmaya (tevessül) çalışmanın dışında canlı bir şahsın duası ile tevessül/takarrub eden kimse de aslında sadece o şahsın yapmış olduğu amelleri vesile edinmiş olmaktadır. Başka bir ifade ile bir kimse birisini vesile ediniyorsa; onun salah ve faziletine olan hüsnü zannından dolayı duası ile vesile ediniyor olmalıdır. Esasen gerekmemek ve yanı başında dindarlığın zemin kaymasına uğraması gibi çok riskleri bulundurmakla beraber bu tarz tevessül eden kişi, vesile kılınan bu zatın Allah'ı sevdiğine ve O'nun yolunda olduğuna olan inancından dolayı onun duası ile Allah'a yaklaşmaya çalışmaktadır. Diğer bir ifade ile bu tutumun, Allah'a yaklaşmak adına, onun işlediği salih ameller yüzünden olması gerekmektedir. Değilse araya herhangi bir şahsı almak ve onun üzerinden ya da aracılığıyla talepte bulunmak doğru olamaz. İşte Maide 5/35 ayetini de bu bağlamda anlamak gerekmektedir.
Konuya dair aktarılan rivayetlerin tevessül ile alakası 
Yaşanan sıkıntı ve çaresizlikten kurtulup huzur ve gönül rahatlığı içinde yaşamak için maddî manevî bir vesile/çare aramak, insanın yapısında olan bir duygu ve düşüncedir. Bütün nevileriyle tevessül diye nitelenenin, bu durumun bir tezahürü olarak ortaya çıktığını söylemek yanlış olmasa gerektir. Ancak burada önemli olanın, bu durumdakilerin çare olarak düşündüklerinin ne olduğu ve bunun icrasının İslâm ölçeğinde doğru olup olmadığıdır. Şüphesiz tevessül denileni gerektiren durumu ortadan kaldırmak esas olmalıdır. Ne var ki bir o kadar önemli olan da, İslâm'ın konuya dair söylemidir. Bu bağlamda İslâm dışı her tür sahte teşebbüs ile uydurma sığınağı ve bunların olabilirliğini işaret eden her tür haberi/ rivâyeti tevhid doğrultusunda değerlendirip tahlil etmek icap etmektedir. Artık bunların öncelikle senet ve bilahare metin açısından kıymeti harbiyesi neyse ona göre davranmalıdır. Ancak bunların senet itibariyle değer hükmü ne olsa da metin/mahiyet olarak Kur'an düşüncesiyle örtüşmüyor, kendi başına yeni bir inanç oluşturuyorsa veya böylesi bir şeye yol açıyorsa senedine bile bakılmadan, Allah'ın din ve elçisinin bundan beri olduğu inancıyla terki elzemdir.
Özetle kimi insanların, salih amel işlemek suretiyle Allah'a yakınlık sağlamak demeye gelen vesile/ tevessülü zemininden kaydırarak, hem usul tekniği olarak geçersiz hem de Kur'an öğretisine ters bilgi ve inançlar içeren uyduruk nakillerle doğrudan insanı aracı yapma hatta daha ötelere geçerek insanların kendilerinden istemeye başlaması, insanları buna yöneltmesi kabul edilir bir durum değildir. Çünkü Kur'an çağrısı tam da böylesi pozisyonların karşısında konuşlandırılmıştır.
İslâmî perspektifle imdada yetişen Allah'tır ve O (c) darda olanın sığınağıdır. Kendisine yapılan çağrılara icabet edeceğini bildirmiştir. Buna göre İslâm'ın, hataya düşenin, çaresizlikten kurtulup huzur ve gönül rahatlığına kavuşması için Allah'a tövbesi ve karşılığında O'nun affı, dara düşenin O'na sığınması/duası veya envai türlü sıkıntılarda olana yardımı/desteği, akla gelmesi gereken tek istikamet olması icap etmektedir. Değilse insanlar bu ilahî tevcihe ve nebevî uygulamaya kulak asmaz, kendi zevk ve/ya zanlarına göre davranacak, bu alanda ihdas edilmiş çeşit çeşit delil ve malzemelerin sağlam olup olmadığına bakmadan hareket edecek olurlarsa bu duruma bir dur demek ve ilk baştan böylesi bir algı ve uygulamaya yol veren merviyatın topyekûn terki söz konusu olacaktır. Bu nedenle, özellikle hadis, kelâm ve tasavvuf meselelerini tetkik edenlerin zihinlerini meşgul eden vesile ve tevessül merkezli hadislerin kaynak değerini tespit faaliyeti önem arz etmektedir.
Genellikle tasavvuf disiplin ve terbiyesinden geçmiş ve bu yola devam eden âlimler, kastettikleri mana itibariyle tevessül, teberrük, istiğase, istimdad, istiane, istiaze, iltica, istişfa', teşeffu' ve teveccüh lâfızları arasında bir fark olmadığını ifade etmektedirler. Bunlar bu bağlamda, 'biz kesinlikle Allah'tan başkasından istememekte ve ondan başkasına dua etmemekteyiz, deseler bile ve gerçekten öyle olsa dahi bunun, yine bu tarzı ile de olsa, Kur'an tarafından mahkûm edildiği bilinmektedir. Kaldı ki yapılıp edilen şey de söylendiği gibi bu kadar rafine ve masumane değildir. Kur'an da, Zümer 39/3'te benzeri bir iddiayı reddederken hem bu sözün söylenen sade şeklini ve hem de geri planında duran taşkınlık ve sapmaları işaret etmişti. Nitekim bugün de 'biz başkasından istememekte ve başkasına dua etmemekteyiz' biçimindeki söylemin halka yansıyan ya da halkta tezahür eden şeklinin hiç de o kadar masumane olmadığı bilinmektedir. 
Hal böyle olunca tevhidî hassasiyet ve hakkın hatırı her tür hatırın üstünde tutulmak suretiyle tevessüle neden olan durumların halli konusunda yalnızca Kur'an kontekstine müracaat edilmesi mutlak bir zorunluluktur. Çünkü bugün bile başvurulan ve uygulanmakta olan bu tarz yaygın 'ölü ve kabirperesetlik' ritüellerine mani olmak esas olmalıdır. Artık bunu geçmişten bugüne her kim savunmuş/ uygulamışsa, bu kişi ne paye sahibi olursa olsun otoritesine mağlup olmadan, bu tez ve tutumuna itiraz icap edecektir. Zira dediğimiz gibi burada gözetilecek olan Sübkî'nin vehmindeki gibi halkın hatırı değil, hakkın hatırı ve bu anlamda tevhidî duyarlılık olacaktır. Kaldı ki yapılan te'vil ne olursa olsun, tevhidin özünü negatif etkilemeye imkân veren her tür söz ve davranışı temize çıkaran çabayı çürütmek bir vazife olsa gerektir. 
Şüphesiz Müslüman birinin küfür veya şirke nispet edilmesi hususunda tabiî ki ihtiyat gereklidir. Ne var ki müslüman denilen şahıs da, Allah'tan başkasının varlıklar üzerinde tesiri olabileceği izlenimini veren lafızlardan kaçınmak zorundadır. Bunun yanında Kur'an öğretisiyle uyuşmayan ve bu nedenle risalet çağında başvurulmayan bu yolun, bir yöntem olarak benimsenmesi halinde, tevhidi sarsan şirke bir kapı aralamasından da endişe duyulmalıdır.
Not: Özgün İrade (aylık ilmi, fikri, siyasi) dergi, sayı: Haziran/ 122, İstanbul 2014. sf. 57-61’de yayınlandı..