Mustafa AKMAN


Tevbe İhmal Edilmeyecek Bir İbadettir

Tevbe İhmal Edilmeyecek Bir İbadettir


 Tevbe İhmal Edilmeyecek Bir İbadettir
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Akman
Tevbe, Allah’a (c) nispetle, kişiye yeniden nimet ve lütûfta bulunmak; kula nispetle olunca da ma'siyetten dönmek anlamına gelmektedir. Buna göre günah işleyerek dinî hayattan uzaklaşan ve kendine yabancılaşan insanın yeniden dinî hayata dönüşüdür tevbe. Başka bir ifadeyle dinde yerilmiş şeyleri terk edip övgüye lâyık olanlara yönelme biçiminde tanımlanan tevbe, Allah (c) ile mümin arasındaki dostluğun devamını sağlayan bir vasıta durumundadır. Zira her insan, lokal de olsa günah işleyebilir, günah işleyenlerin en hayırlısı ise tevbe edenlerdir.
Buna göre tevbe, şer’î manada ma'siyetten, ma'siyet olduğunu kabul ederek süreye bağlamadan nedâmet duymaktır. Elbette ma'siyetten duyulan bu pişmanlık, tekrar yapma kudretinde olmasına rağmen bir daha tekrarlamamak üzere kararlılıkla ve mutlaka dinî gerekçeye binaen derhal ve bütün yanlış ve eksik işlerden vazgeçmek şeklinde olmalıdır. O kadar ki geçmişteki gibi imkân olsa dahi bir daha dönmemek için gayret ve ciddiyet kendini adeta göstermelidir. Mesela insanlara yapılan haksızlıkta iâde ve telâfiyi (mezâlim) yerine getirmek gibi. Ki biz buna, fiilî tevbe demekteyiz. Kul, bir daha o günaha avdet etmemeği (alışkanlık haline getirmemiş olmayı) ve o pişmanlığa devam etmeyi ise prensip edinmelidir. Tabiî ki kulun tevbeden sonraki hatalı tasarrufları önceki tevbesini geçersiz kılmaz. Zira tevbe başlı başına işlenmiş ayrı bir ibâdettir. Esasen tevbe, ruhun Allah’a yöneliş ve yücelişini hedefleyen duaya benzemektedir. Nitekim Kur’an’da ve hadis metinlerinde yer alan tevbe ifadelerinin çoğu dua ve niyaz üslûbundadır.
Allah, insanı sevap ve günah işleyebilecek bir özellikte yaratmıştır. Kişinin işlediği kötülükler Allah (c) ile mümin arasındaki iman bağını zorlamakta, insanı Rabbinden uzaklaştırmaktadır. İşte tevbe bu uzaklaşmaya son verme çabasıdır. Bu nedenle her müslümanın tevbeye şiddetle ihtiyacı vardır. Zira yapılan kötülüklerden ve işlenen günah ve kabahatlerden kurtulmak ancak tevbe ile mümkündür. Tevbe ile insan, yapmış olduğu günah ve kusurlardan kurtulup, o günahı hiç işlememiş gibi tertemiz olabilmektedir.
Halk arasında tövbe de denilen tevbe ibadeti aynı zamanda bir özeleştiridir. O, kişinin güdülerine galip gelmesi ve ayrıldığı ya da olması gereken sırat-ı müstakime geri dönmesidir. Diğer bir açıdan tevbe, ferdin şöyle veya böyle içine düştüğü veyahut kendisini içinde bulduğu hata(lar)dan dönme bilinç ve iradesidir ve bunun kalıcı şekli, duyarlılığı, duygulara denetçi kılmakla sağlanabilir olsa gerektir. Zira tevbe ile hassaslaşan ve teyakkuz halinde tutulan bilinç, böylece duyuları daha sağlıklı kontrol edecek ve inşaallah tehlikeyi önceden sezecektir. Tevbe eden şahıs daha bir hassaslaşmış ve artık kendini kontrol gereği duyar olmuştur. Çünkü biliyor ki Allah’ın muradına uygun hareket etmiş bir tâib (tevbe eden kişi) O’nun (c) sevgisini de kazanmış demektir.
Günah, kimi zaman tevhidden kopuş, tevbe ise tevhide bağlanıştır. Bu itibarla günah, kişinin kendine yaptığı bir zulümdür aynı zamanda. Zira günahkâr, hem ilâhî affı ve hem de ilâhî sevgiyi yitirmiş olmaktadır. Çünkü böylelikle Allah’tan gafil kalmış O’na karşı sorumluluk bilincini (takvasını) yitirmiş demektir. İşte bu hale duçar olmuş kul, günahın olumsuz sonuçlarını ortadan kaldıran fiilî bir tevbe yapmalıdır. Buna samimice yapılmış nasûh tevbe demek mümkündür; ya da tevbe-i nasûh[1] işte bu olsa gerektir. Buradan hareketle ‘nasûh tevbe’, insanın günah işleyerek zedelediği dinî hayatını etkili biçimde tamir edecek ibadet demeye gelen tevbe olmaktadır. Değilse insan, tevbe ettim/ ediyorum demekle Allah'ın rızasını sağlamış olamaz. Çünkü içe dönük bir itiraf olan tevbe; esasen ve başta kalbin istikametini fiilen doğrultma iradesi ve ilâhî talimatlarla ıslah ettiği vicdanını mutmain kılma güdüsünün mahsulüdür. Bu nedenle hakkıyla yapılmış her tevbe, vicdanın sesini dinlemek demeye gelir.
İslam’da tevbe yalnızca Allah’a yapılır. Farklı kültürlerden etkilenilerek sonradan geliştirilen kişiler arası tevbe alıp vermelerin hiçbir kıymet-i harbiyesi söz konusu değildir. Çünkü bu, Allah'a tevbe değil aksine haksız yere bir kul nezdinde “günah çıkarma” demektir. Tıpkı bilmem neredekilerin yaptığı gibi. Bizim, İslâm'da ruhban sınıfı ve kurumu yoktur temel ilkemizin tümüyle tersyüz edilmesidir. Keza kişinin kendisini Allah'tan başkasına adaması ve Allah'a olması gereken itirafını, hatta belki yoga ve meditasyon yapmak demeye gelen rabıta da kurarak Allah dışında birine yöneltmesi demektir. Hâlbuki Allah ile insan arasında hiçbir aracı kurum ve kişi olamaz. Çünkü bilindiği gibi kesinlikle hiç kimse (din adamı, şeyh, üstad, hoca, külliyat vs.) Rabb ile kulu arasına girip (Tanrı adına olduğu iddiasıyla da olsa) affetme (tevbe alma) yetkisi kullanamaz. Tevbe Allah’a yapılır. Burada tek otorite, Allah’tır ve ancak O (c), tevbeyi kabul veya reddeder.
Önemine binaen yeniden vurgulamak için; tevbeleri alan da, kabul eden de, bağışlayan da sadece Allah’tır. Kişi istediği anda ve zamanda Allah’a hiçbir aracıya ihtiyaç duymadan günahlarını itiraf edebilir ve bağışlanma dileyebilir. Aksi yöndeki yani tasavvuf çevrelerindeki yaygın uygulama vahye, Resûl’ün örnekliğine dayanmayan ve tamamen mistisizm üzerinden ithal edilerek geliştirilmiş sakat bir uygulamadır. Oysaki tevbe alıp vermede her tür aracılık zinhar reddedilmeli; insan ile Allah arasına girmeye çalışan istismarcılara prim verilmemelidir. Bu, o kadar önemli ki Nebi’ye (s) bile verilmeyen bir statüdür. Burada sadece ve yalnızca kul ve Allah (c), baş başa; evet Resûlullah’tan aktarılan[2] ifadeyle insana; annenin bebeğine olan şefkatinden daha merhametli olan Allah ile doğrudan temas. Bu sebeple herkes günahlarını yalnızca Allah’a açmalı ve sadece Allah’tan affedilmeyi dilemelidir.[3] Değil mi ki Allah: Kullarım sana benden sorarlarsa (bilsinler ki) ben onlara yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasını kabul ederim,[4] demektedir. Şu halde sırf O’na (c) yönelmeli ve tevhidi zedelemesi mümkün biçimlerle istikametimizi zedelememeliyiz.
Şüphesiz Allah, Âdem’den itibaren peygamberlerinden olduğu gibi insanoğlundan da hatasızlık ve günahsızlık beklememektedir. Nitekim bizi imtihan için yarattığını[5] bildiren O (c) olduğu gibi Âdem’in (a), İbrahim’in (a), Musa’nın (a) ve Muhammed’in (s) tevbelerinden söz eden de[6] O’dur. O (c), birçok âyette peygamberlerin tevbe ve mağfiret talebinde bulunduğunu haber vermekte ve bizzat Resûlullah’a Allah’tan mağfiret dilemesini emretmektedir.[7] Bu bağlamda günahına tevbe eden insan, insan olmanın gereğini yerine getirmekle nesebinin Âdem'e ulaştığına dair bir süreç ortaya koymuş ve günahında ısrar eden ise, nefsinin sabıkasını şeytan üzerine tescil etmiş olmaktadır. Binaenaleyh tevbe, bir kişilik tashihidir, aynı zamanda. Bunu sağlamak adına da; O’nun (c) tevbe kapısı her daim açık durmaktadır ve hatalarımızı Kendisine arz (itiraf) edip affına yönelmemizi istemektedir.
Elbette müslüman için aslolan tevbeyi gerektirecek az hata yapmak, hatta mümkünse hiç günah işlememektir. Çünkü her ne kadar tevbenin kendisi mahmûd olsa da gerekçesi her hâlükârda mezmûmdur. Lakin kul, şöyle veya böyle, şu veya bu nedenle söz konusu zulmü işledikten sonra bilmelidir ki kim tevbe eder ve kendini düzeltirse, hiç kuşkusuz Allah da onun tevbesini kabul eder.[8] Kim tevbe eder ve yürekten inanıp sorumlu davranırsa, Allah işte böylelerinin kötü gidişatını iyi gidişata tebdil edecektir: Hem zaten Allah merhameti sınırsız bir bağışlayıcıdır. Kaldı ki her kim tevbe eder ve sorumlu davranırsa, işte sadece böyleleri Allah’a gereği gibi yönelmiş sayılacaktır.[9]
Buradan hareketle Kur’anî bir kavram olan tevbe, sûfî dünyaya hasredilip oraya mahsus bilinmemeli veya sûfî dünyanın bu ve benzeri kavram ve pratiklere tekel koymasına mahal vermemeli aksine hepimizin ortak bir ameliyesi olarak bunlar, takva bağlamında yaşantımızda olabildiği kadar işlevselleştirilmelidir. Çünkü beşerî hayatta olabilecek her tür zulüm ve münkerden yapılan tevbe, ahlâkın en önemli unsurlarından biridir. Şüphesiz bizim ahlâkımızı muhabbet, havf, recâ, ihlas ve verâ sarmalıdır. Tevbenin gereği olarak kul yani biz, günahın insana bakan yönünü salihât ile, Allah’a bakan yönünü ise hasenât ile donatmalıyız. Bilmeliyiz ki ancak bu süreç gerçekleşirse tevbe kâmil olacaktır. Filvaki sadece böylesi bir tevbe, nebevî terbiyeye bir hicrettir ve bu dünyayı ancak bu terbiyeden geçmiş insanlar yeniden inşa edebilecektir. Bu vesileyle yeniden ifade edelim ki tevbe, yapılan işin çirkinliğini, kötülüğünü kalbinde hissedip, ondan tiksinerek vazgeçmektir. Evet ama, bu tevbe çok önemli olmakla beraber; kulun yerine getirmediği dinî emirler ve toplumsal sorumluluklardan dolayı yaptığı tevbe de mühimdir.
İslâm’a göre tevbe, başlı başına bir ibadet ve önemli bir zikirdir. Tevbe ibadettir, çünkü Allah’ın emridir.[10] Zikirdir, zira her tevbe niyeti, her tevbe faaliyeti ve her tevbe sözü bir açıdan Allah’ı anmaktır. Mü’mine Allah’ı her hatırlatan şeyin bir zikir ibadeti olduğunu unutmamak gerektir. Bu ibadette hem şirk, günah ve hatalardan vazgeçme, hem kulluk görevini tevhid üzere yeniden yerine getirmeye dönüş ve hem de Allah’a ihlasla yakınlaşma vardır. Tevbe ile, kişi işlediği eski günah(lar)a tekrar dönmezse, o günah(lar)ın dünya ve ahiretteki etkisinden kurtulması ümit edilir. Allah insana, ihmal ettiği görevleri yerine getirmesini emretmiştir. Ancak insanlar ya nobranlıktan, ya cahillikten ya da dalaletten dolayı bu görevleri yerine getirmezler. İşte tevbe, bu türden inatçılık ve gafletleri terk edip Allah’a itaate dönmektir.
Nihayet biz, kişisel tevbemizle yetinmemeli; aynı zamanda başkalarının ıslahı adına toplumsal bir tevbe ile ictimaî bir özeleştiri ahlâkı sağlamayı da hedeflemeliyiz. Kaldı ki bu, temel ahlâkî bir sorumluluktur. Bu itibarla yapacağımız bireysel tevbeden sonra mutlaka edeb- adabı çerçevesinde toplumsal tevbeyi/ ıslahı da sağlama çabası içerisinde olmalı ve bunu genel sorumluluk (farz-ı kifâye) bilmeliyiz. Esasen bu (yani hakkı tavsiye[11]), bizim temel vasfımız olmak durumundadır. Fakat ne yazık ki bu tavsiye (özeleştiri) kurumu yerleştiril(e)mediğinden bugün hakkı tavsiyeyi, eleştiri ve hatta saldırı kabul edebilmekteyiz. Oysaki tevbeyi ibadet bilen bir ümmetin, eleştiriyi de böyle kabul etmesi gerekirdi. Bunu ilk Kur'an nesli çokça yapardı. Özellikle vefatından sonra Resûlullah hakkında anlatılanlara pür dikkat kesilir, O’na dair anlatılanlarda varsa bir hata derhal düzeltme; düzeltebilme misyonuna sahip olanlar üzerinden teyid yoluna giderlerdi. Aişe annemizin bu tarza örnek olabilecek çok sayıda eleştiri/ (mesela Ebu Hüreyre’ye yönelik) düzeltmesinden haberdarız. Bu itibarla biz, tevbe bağlamında içe dönük yani önce kendimizi eleştiriye açarak ve böylece eksiğimiz, kusurumuzdan haberdar olarak tevbemizi yapabilme fırsatı bulalım ve sonra da başkasına hatta başkalarına ayna olup tavsiyede bulunabilelim.
Şüphesiz tevbe kişiye özeldir; bizzat yapılmak durumundadır. Başkasının adınıza tevbesi faydadan halidir. Bu sebeple öncelikle kendimizden varsa çevremizden (cemaatimizden) başlamalıyız. Biz ıslah olursak muslih de olabileceğiz. Dolayısıyla kendi mezhebimizden ve meşrebimizden olmayana yönelttiğimiz saldırgan ve dışlayıcı tutumdan uzak durabileceğiz. Evet, bize hatalarımızı örtbas etmek, günahlarımızı görmezden gelmek yerine öncelikle şahsî sonra da toplumsal bir tevbe şarttır. Şüphesiz tevbe sayılarca istiğfar çekmek değildir. Gerçek pişmanlık, kötülükten fiilen vazgeçmek, günahtan dönmek, hal vaziyeti düzeltmektir. Değilse dilde kalan tevbe bizi adam edebilecek değildir. Keza kişi, tevbe ettim demekle hakkına girdiği kulun helalliğini sağlamış olamaz. Kesin bir husus da arınma makamı olan tevbeyi muhkem kılan başka umdeler de söz konusudur; bunlar samimiyet, sorumluluk ve gece kıyamı’dır.
Allah (c) mealen şöyle buyurmaktadır: Ey imân edenler! Hep birden gönülden gelen bir tevbe ile Allah'a yönelip tevbe ediniz.[12]
Ey Rabbimiz bize tevbe-i nasûh yapma fırsatı ver.
Not: Bu makale “Özgün İrade (aylık ilmi, fikri, siyasi) dergi, Sayı: Mart/ 155, İstanbul 2017. sf. 16-19”de yayınlandı.
 
[1] Bkz. Tahrim 66/8; Ahmet b. Hanbel, Müsned, I/446.
[2] Buhârî, Daavât, 3-4, Edeb, 18 no: 5653; Müslim, Tevbe, 7-8, 22 no: 6912, Zikir, 41-42; Ebû Dâvûd, Vitir, 26; İbn Mâce, Edeb, 57, Zühd, 3; Tirmizî, Kıyâmet, 50, Tefsîru sûre 47; Ahmet b. Hanbel, Müsned, I, 383; II, 534-535.
[3] Şura 42/25; Ali İmran 3/135.
[4] Bakara 2/186.
[5] Mülk 67/2.
[6] Bakara 2/37, 128; A‘râf 7/143; Tevbe 9/117; Hûd 11/112.
[7] Nisâ 4/106; Muhammed 47/19; Nasr 110/3.
[8] Maide 5/39.
[9] Furkan 25/70-71.
[10] Nisâ 4/106; Nûr 24/31; Furkan 25/70-71.
[11] Asr 103/3.
[12] Tahrim 66/8; Nur 24/31.