Fatma ERDEMCİ


PEYGAMBER SONRASI DÖNEMDE KADIN -III-

PEYGAMBER SONRASI DÖNEMDE KADIN -III-


PEYGAMBER SONRASI DÖNEMDE KADIN -III-
Hicri III. asırdan itibaren zamanın fitne ve fesat zamanı olduğu ve dolayısıyla Müslüman kadının çok dikkatli olması gerektiği anlayışı ortaya çıktı. Bu anlayış zamanla kabul gördü. Kadın din adına sosyal hayatın dışına itilmeye başlandı. Bu anlayışa göre kadın, toplumun selameti için sosyal hayattan çekilmesi gerekirdi. Kadın için gerekli olan onun ev işlerini, eşinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamasıydı. Bu durum kadının da Kur’an’ın muhatabı olduğu gerçeğini unutturmaya götürdü. Sorumluluk sahibi, akleden düşünen ve Kur’an’ın muhatabı olan ve duyarlılık sahibi olan kadın, bilinçli bir kul olmaktan uzaklaştırıldı. Oysa toplum için fitne sebebi sadece kadın değildir. Kadın kadar erkek de fitne unsuru olabilmektedir. Dolayısıyla kadın sorumlu olduğu gibi erkek de bu durumdan sorumludur. Elbette her iki cinsin fitne ve fesada engel olma sorumlulukları vardır.(CihanAktaş, “Kadının Toplumsallaşması ve Fitne” İslami Araştırmalar Dergisi , Ankara, 1991, c.V, sayı: 4, s. 253).
 Ne var ki kadın karşıtı rivayetler ve söylemler toplumda yaygınlaşmaya başladı. ‘Kadın’ın şeytanın ağı olduğu’ şeklinde Hıristiyan meczuplarının sözlerini ve israiliyatı hatırlatan söylemler geliştirildi. Bu sözlerin aksine Allah Kur’an’da kadının varlığının erkek için, erkeğin varlığının da kadın için hayır olduğunu bildirmiştir. (Rum 30/ 31).
Kadın, Allah’ın tesettür emrine riayet ederek kendi payına düşen fitneyi engelleyici tavrını sergilemiştir. Resulullah dönemindeki uygulamalar da bu yöndedir. Başka bir ifadeyle tesettür toplumsal bir olgudur. Yani toplum için vardır. Kadının bu şekilde toplumsallaşması, yani toplumdan kopmaması amaçlanmıştır. Aksi takdirde dört duvar arasında kadının örtünmesinin bir anlamı yoktur. İsrailiyat olduğu kuşku götürmeyen bazı rivayetlere göre, kadın ne kadar örtülü olursa olsun, toplumun selameti için zaruri ihtiyaçları dışında sokağa çıkmamalıdır. Malik b. Nebi’nin deyişiyle “iman, sosyal görevler unutulup da bireysel bir endişe halini aldığında yeryüzündeki harekete geçirici ve itici tarihsel mesaj son bulur.”(Aktaş, agm).
Gerçek şu ki sadece erkekler değil, çoğu kere Müslüman kadınlar da kadının toplumsal varlığını fitne unsuru olarak görmektedirler. Kadının kişiliğini, toplum içindeki rolünü zedeleyici söylemler, iffet ve takva adına müslüman kadınlar tarafından da kabul görmüştür. kadınları bu tür açıklamalara sevk eden husus, Allah’ın emirlerini yeterince kavramadan, araştırmadan teslimiyet göstermelerinin sonucudur. Kadınların bu şekilde davranmalarının arkasındaki en önemli etken, araştırma yetersizliği ve bilgi eksikliğidir. Yine bu fitne söylemleri çerçevesinde kadının eğitim görmesinin dahi yasaklanması gerektiğini savunanlar olmuştur(Aktaş, agm).
Oysaki akl-ı selimle düşünüldüğünde Allah’ın indirdiği ilk emirleri “oku” (Alak 96/1-5) olan bir dinin okumayı yasaklaması mümkün değildir. İlk emri oku olan ve mesajında okumayı, öğrenmeyi ön plana alan bir dinin, cinsiyet ayırımı yaparak kadınları bunlardan mahrum bırakması söz konusu edilebilir mi? Olsa olsa toplum içindeki fitne ve fesat kadın-erkek iki cinsin de İslami prensipleri ve ahlaki normları göz ardı etmeleriyle ortaya çıkar.
 
KADININ TOPLUMSALLAŞMASI
Belki bu soru kadının insan olup olmadığı tartışmalarına paralel olarak uzun bir tarihi süreçte kaynaklanmıştır denilebilir. Denilebilir ki altı bin yıllık Ataerkil toplum yapısı kadını bu yönde kötürüm bırakmıştır(Garudi, İslam ve İnsanlığın Geleceği).
İnsanlık tarihi boyunca kadın konusunda üç farklı yaklaşım sergilenmiştir. Birinci yaklaşım kadının tamamen içeriye hapsedilmesini ön görmüştür. İkinci yaklaşım ise kadını bir cinsel obje olarak görmüş, kadının cinselliğini teşhir etmesini özgürlük olarak saymış, anne, eş, kardeş, evlat olduğu gerçeğini göz ardı etmiştir. Bu durum kadını fıtratından uzaklaştırmıştır. Üçüncü yaklaşım ise, insanlığın yarısının kadın olduğu gerçeğini göz ardı etmeden, kadının anne, eş ve kul olduğunu ön görmüştür. Bu anlayışa sahip kişiler, öncelikle kadının memnun etmesi gereken zatın Allah olduğu bilincini taşımışlardır. Bu anlayış, Müslüman kadının orta çağ Avrupa’sı için imrendiren bir konuma yükseltmiştir. Batılı yazar Andre Michel, batı kökenli feminizm hareketini tanımlarken, İtalya’daki kadın hareketinin büyük ölçüde Müslüman kadınlara kendilerini kanıtlama imkanı tanıyan İslam dininin etkisine bağlar.(Andre Michell, Feminizm ve Kadın). Gerçekten Müslüman toplumların genelinde İslam ahlakı vicdanlarda yer ettiği sürece, ataerkil toplum geçmişine rağmen kadının hak ve özgürlükleri korunmuş ve bu haklar kadına kullandırılmıştır, Böylelikle uzun süre İslam toplumunda kadını sosyal hayattan dışlayan,Yahudi ve Hıristiyan toplumlarında şahit olunan kısıtlayıcı ve mahrum edici tavırlara rastlanmamıştır. Montqomery Watt, İslam Avrupa’da adlı eserinde İspanya ve Kuzey batıya İslam’ın yayılmasıyla Hıristiyanlar üzerinde İslam’ın izler bıraktığını ve bu izlerden en belirgin olanının da kadın hareketleri üzerinde görüldüğünü ifade etmiştir. Ona göre bu etki pek dillendirilmemiştir. Yani batı, İslam’ın kadına kazandırdıklarını fark etmiş, İslam dünyasındaki feminist kadın hareketleri de İslam’ın kadına kazandırdıklarını göz ardı etmişlerdir (Wat, İslam Avrupada).
Öğreti itibariyle İslam dini soruna ilişkin temel problemleri çözmüş, kadına ilişkin cahili kabulleri değiştirerek insanlığın yarısını teşkil eden kadını yeniden insanlığa kazandırdığı bilinen ve kabul gören bir gerçektir. (Oysaki tahrif edilmiş Yahudilik ve Hıristiyanlıkta kadın cinselliğinden dolayı suçlanarak toplum dışına itilmiş, eksik, kusurlu ve insanlığı tartışılan bir varlık sayılmıştır. Az çok düşünen, soru soran, akıl yürüten kadınlar engizisyonun hışmına uğramışlardır. Batının kutsal sözlerinde kadın şöyle tarif edilir; Kadının hayatında üç kez dışarı çıkması meşrudur; 1)vaftiz edildiğinde 2) Evlendiğinde 3) öldüğünde (Aktaş, agm)
Kadının insani faaliyetlerinin dindarlık veya fitne adına engellendiği, kadının salt bir cinsel obje sayıldığı bir noktaya varınca, bu noktada batıdaki feminist kadın hareketlerinin ortaya çıkmasına şaşmamak gerekir. Kadın hakkında bu söylemlere sahip olanlar sadece dindar Avrupalılar değildir. Dinle alakası olmayan Avrupalıların çoğu da kadına bu gözle bakmışlardır, örneğin Niçe (Neitzsche). Batıdaki kadın hareketlerinin ortaya çıkışı haklı, ilerleyişi haksız bir çizgide olmuştur. Bu harekete öncülük eden ve savunan kadınlar bütün ilahi dinleri erkekleri kollayıp gözetmekle itham etmişlerdir. Bu da feminist kadınların en büyük yanılgısı olmuştur. Hareketin haklı çıkış noktasına rağmen, kadının fıtri özelliklerini göz önünde bulundurmak yerine erkeklerin gücüne ve konumuna sahip olmayı amaçlamışlardır. Böylelikle ev, kadınları tutsak kılan bir mekan olarak sayılmaya başlandı. İnsanlığın ilk öğretmenleri olan anneler, annelik görevlerini hiçe saymaya başladılar.
İslam dini, kadın üzerindeki erkeğin mutlak otoritesini kaldırmakla kalmamış, kadının özerk kişiliğini teminat altına almıştır. İslam dini, kadının insani haklarını iade etmiş, ama bunu yaparken kadını erkeğe düşman veya hasım olarak değil, dost ve arkadaş olacak bir konuma yerleştirmiştir. Müslüman kadının hareketi bu anlamda barışı, dostluğu ve arkadaşlığı ön görmektedir. İslam iki cinsi barıştıran, kadına önem veren böylece kadın haklarını insan olarak erkeğe eşit, fakat yapı olarak farklı olduğu gerçeğinden yola çıkarak temellendirir. İslam dini, kadının toplumsal kişiliğini güçlendirerek koruma altına almıştır. Kur’an cinsiyet ayırımı yapmadan, insanı sosyal hayatın birer parçası saymıştır. Hucurat suresi 13. Ayet-i kerimede Yüce Allah insanlara şu şekilde hitap etmiştir: “ Ey insanlar ! doğrusu biz sizi bir erkekten ve bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi kabilelere ve milletlere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, Allah’tan en çok korkanınız/ en çok sakınanızdır. Şüphesiz ki Allah bilendir ve haberdar olandır” (Hucurât 49/13). Ayette belirtilen farklılıklar birer üstünlük vesilesi olmadığı, asıl kişiyi üstün olmaya taşıyan etkenlerin kişinin samimi çabası olduğu vurgulanmaktadır. Kadın-erkek bütün insanların yapmaları gereken dil, renk ve cinsiyet ayırımı yapmadan yeteneklerini harmanlayıp, insanlık yararına, faydalı sonuçlar ortaya koymalarıdır. Bu bağlamda Hz. Peygamberin şu hadisi anlamlıdır: “Gerçekten iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olamazsınız”(Nevevi, Riyazu’s-salihîn).Öyle anlaşılıyor ki iman etmiş bütün müminlerin kadın erkek ayırımı yapmadan birbirlerini sevmeleri zorunludur.  
‘İslam öncesi dönemde kadın’, ‘Hz. Muhammed döneminde kadın’ ve ‘Peygamber sonrası dönemde kadın’ şeklinde üç yazıyla tarihi süreç içerisinde kadının durumunu ele almaya çalıştık, İslam öncesi dönemde kadının konumu ile İslam’ın kadına sağladığı konumu karşılaştırarak durumu ortaya koyma gayreti içinde olduk.