Mustafa AKMAN
Tarih: 22.09.2017 00:19
MEHDİ ANLAYIŞINDA GÖRÜLEN UYUŞMAZLIKLAR
MEHDÎ İNANCI ÖZELİNDE İLMÎ ÇALIŞMALAR İLE GÜNÜMÜZ TOPLUMUNUN GELENEKSEL ANLAYIŞI ARASINDA GÖRÜLEN UYUŞMAZLIKLAR, BUNUN YANSIMALARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Özet
Risalet çağından sonra toplumun belli bir kesimince bir çözüm amacıyla geliştirilen mehdî inancı, zamanla üretilen birtakım rivâyetlerle de desteklenince toplumun öteki (Sünnî) kesimlerine de sirayet etmiş oldu. Ancak zamanla bu inanç üzerinden emellerine ulaşmaya çalışan kimselere şahit olundu.
Mehdîliğe dair yapılan ilmî çalışmaların hemen tamamı bu inancın, sağlıklı dayanaklardan yoksun olduğunu; konjonktürel olarak çevre kültürlerden de etkilenilmek suretiyle tesis edildiğini belirtmektedirler. Hal böyle olsa da kitleler bunu sarsılmaz bir inanç umdesi olarak sahiplenmiştir.
Ne var ki ilmî çalışmalar ile halk dindarlığına sirayet etmiş bu yanlış anlayışın arasını telif etmek icâb etmektedir. Binaenaleyh halkı tedirgin etmeden; anlayabilecekleri bir yöntemle bunun yolu bulunmak durumundadır. Bu ise mehdîliğin arkasındaki bilgi ve belgelerin mahiyetini ortaya koymak ve söz konusu düşünceyi taşıyanları ikna edip onlara güvende oldukları duygusunu vermek suretiyle mümkün olsa gerektir.
1. Mehdî İnancının Mahiyeti
Hidâyete eren, hidâyete vesile olan, doğru yolu bulan, hak yola giren, yol göstermek veya tarif etmek gibi anlamlara gelen mehdî, dinî ıstılahta, kendisinden önce, zulüm ve haksızlıkların sardığı yeryüzünü adaletle dolduracak kimse demektir. Bu anlamıyla mehdî daha çok bir kurtarıcı olarak görülmektedir. Bu kavram yerine Yahûdîlik ve Hıristiyanlıkta kullanılan kelime, Mesîh'tir. Kur’an-ı Kerim’de hidâyet kökünden türeyen fiil ve isim kalıbında birçok kelime bulunmakla birlikte mehdî kelimesi yer almamaktadır.
Mehdî/ kurtarıcı lider tasavvuru, daha çok umudu kırılmış ve kendisini çaresizlik zindanında hisseden bireylerde ve toplumlarda gözlenmektedir. Dolayısıyla bu inancın sadece İslâm’a ait veya İslâm’la başlamış bir inanış olmadığını, birçok din ve anlayışta görülen bu algının genel olarak sıkıntıya düşmüş din/mezhep müntesiplerini kurtarmak için gelmesi beklenen kutsal bir kurtarıcı motifini oluşturduğu unutulmamalıdır. Sosyo-kültürel boyutta mehdîlik algısının ortaya çıkış ve gelişim süreci, bize bu olgunun aslen eski inanışlarda var olan yaygın bir kurtarıcı kabulünün sonradan ilâhî dinlerin iddiaları arasına sokulduğunu, insanlık tarihinin başından beri süregelen iyi ve kötü mücadelesinin bu şekilde iyinin lehine son bulacağı düşüncesine götürdüğünü göstermektedir. Diğer bir ifadeyle burada cârî kültürün rivâyet kültürünü etkilemesi söz konusu olmuştur. Ancak Kelâm açısından böyle bir hususu Peygamber (s) sonrası İslâm inançlarına dâhil etmeye çalışmak ve bunu Peygamber'in dindeki otoritesini kullanarak yapmak, kabul edilebilir bir husus değildir.
Tarihten günümüze kadar toplumlar nezdindeki mehdî algısının çıkış nedenleriyle ilgili gözlemler üst üste konulduğunda, insanların haksızlığa uğradıklarında, aciz ve çaresiz kaldıklarında böyle bir bekleyiş içine girdikleri anlaşılmaktadır. Bir başka ifadeyle mehdî telâkkisi, her toplumda yankı bulan bir sığınma mekanizmasıdır. Mevcut durumlarında ideal mutluluğu bulamadıklarına inanan insanlar özellikle sosyal şartların bozulup zulmün arttığı dönemlerde bir kurtarıcı beklentisine girmiş daha sonrada bu beklenti dinî bir inanışa bürünerek mehdî inancı şeklinde ortaya çıkmıştır.
Nitekim dinlerin çoğunda insanlığın maddî ve manevî sıkıntılarını sona erdirecek, içtimaî ve dinî hayatı ideal olgunluğa ulaştıracak bir otoritenin er geç geleceği inancı olagelmiştir. Mehdî kavramının kökleri ve gelişmesi konusunda bu inancın her dinin kendi içinde, kendi tarihî, psikolojik ve sosyolojik şartlarına göre doğup geliştiği anlaşılmaktadır. Bu anlamda Mehdî, farklı kültür ve dinlere göre dünya tarihinin sonunda (âhir zaman) Tanrı tarafından yeryüzüne gönderilecek ve yeryüzünü hâkimiyetine alacak bir hükümdar, insanlara doğru yolu gösterecek bir peygamber, dinî bir lider veya Hinduizm’de olduğu gibi bir tanrıdır.
Kavramın içeriğindeki âhir zaman, hükümdarlık, dini yenileme, kurtarıcılık gibi ana özellikleri değişmemekle birlikte içinde bulunduğu dinin karakterine göre ayrıntılarda farklılıklar görülmekte, bu kavramı ifade eden kelimeler de dinlere ve kültürlere göre değişebilmektedir.
İlkel dinlerde olduğu gibi büyük dinlerde de görülen mehdî inancı, tarihten günümüze bazı dinî-siyâsî hareketlerin güç kaynağını da oluşturmuştur. Tarih boyunca sosyal sarsıntılara ve zulme maruz kalan toplumların bir moral kaynağı olarak benimsedikleri anlaşılan ileride gelecek bir mehdî/ kurtarıcı telâkkisi hakkında İslâm tarihinde değişik görüşlerin ortaya atıldığı görülmektedir. Keza İslâm dünyasında konunun ortaya çıkması, Peygamber sonrası yönetimi devralan halifelerden itibaren siyâsî, sosyal kargaşalara, bunların iç savaşlara da dönüşen, siyâsî ve psikolojik tezahürlerine rastlanmaktadır.
Daha önce muhtelif mehdî tasavvurlarına sahip çeşitli dinlere mensup insanların da katkısıyla inananlar, ilerleyen zamanlarda söz konusu kargaşa ve sosyal/ zihnî sarsıntı ortamında “yeni müslümanlar”ın “eski bilgiler”i ışığında bir umut uğruna bu inanca yönelmeye başlamışlardır. İlk dönemlerde yakın bir zamanı hedefleyen ve hatta muayyen şahıslara yönelen ancak bir türlü karşılık bulmayan bu beklenti, zaman geçtikçe daha bir sistematize edilmiş ve fakat gittikçe ötelenmek ve böylece süreç içerisinde âhir zamana terkedilmek durumunda kalınmıştır. Haliyle bu da insanların zulme karşı eyleme geçmesini engellemiş, kitleleri mehdîyi beklemeye itmiş, zulmü mehdî dışında birinin yok edemeyeceği düşüncesini zihinlere yerleştirmiş ve müslümanları çözümsüzlüğe sürüklemiştir. Mamafih mehdî inancı, dinî deliller açısından sübut bulmamasının ötesinde İslâm tarihinin akışında birçok olumsuzluğun kaynağı da olmuştur. Siyâsî iktidara göz diken pek çok kimse mehdî olduğu iddiasıyla ortaya çıkarak müslümanların sosyal birliğini parçalamış ve savaşlara yol açmıştır.
Kadim dönemlerde sömürülen zayıf toplumların bir çeşit beklentisi olan mehdî inancı, modern toplumlar için de bir motivasyon vesilesi olmuş ve son bir kaç yüzyıl içinde kendisinin mehdî olduğunu söyleyen veya ima eden birçok isim peyda olmuştur. Hatta bunlardan bazıları daha sonra kendilerine vahiy geldiği iddiasıyla peygamberliklerini iddia etmiş ve müstakil bir din haline bile gelmişlerdir.
Mehdî inancının menşei ile müslümanlar arasında ortaya çıkışını şu sebeplere bağlamak mümkün gibi gözükmektedir. Artık dönem ve bölgeye göre bunlardan hangisinin ne kadar etkili olduğunun tespiti ayrı bir konudur. Kaldı ki bunların kümülatif etkisi de göz ardı edilmemelidir:
a. Mehdî telâkkisi her toplumda yankı bulan bir sığınma mekanizmasıdır. Sosyal şartların bozulup zulmün arttığı dönemlerde halk bir kurtarıcı beklentisi içine girmiş, daha sonra bu beklenti dinî bir inanca bürünerek mehdî inancı şeklinde ortaya çıkmıştır.
b. Mehdî anlayışı Yahûdîlik, Hıristiyanlık ve Maniheizm gibi farklı dinlere ait bir inanç olup Kâ'b el-Ahbâr (v.32/652) ile Vehb b. Münebbih (v.114/732) tarafından Peygamber'e atfedilen rivâyetler yoluyla müslümanlar arasında yayılmıştır. Mehdî kelimesinin Mesîhin Arapçaya tercümesi olması da bunun kanıtını teşkil etmektedir. Hicri birinci yüzyılda başlayan fitneler ve savaşlar sebebiyle kaos yaşayan ve karamsarlığa düşen Müslümanların daha önce Yahûdî ve Hıristiyanların umut bağladığı kurtarıcı inancını, bilgi ve kültür iletişimi sonunda benimsedikleri ve kültürlerine sindirerek dinsel bir nitelik verdikleri, kimi ayetleri bu kültürel perspektiften yorumlayarak ve hadis formunda seslendirerek Kitap Ehli gibi bir Deccâl, Mehdî ve Mesîh edebiyatı geliştirdikleri, ortak söylem ve benzerliklerden anlaşılmaktadır.
c. Mehdîlik, iktidar mücadelesinde yenilgiye uğrayan veya mevcut iktidarını güçlü kılmak isteyen siyâsî zümreler tarafından ortaya atılmış, önce aşırı Şîa (Galiyye), ardından mutedil Şîa ve Sünnîler tarafından İslâm dinine mal edilmiş siyâsî kökenli bir inançtır. Şîî düşüncesinden etkilendiği kabul edilen tasavvuf ehlinin mehdî inancını benimsemesi ise bu akîdenin müslümanların çoğunluğu arasında yayılmasına zemin hazırlamıştır.
İsnâaşerîyye Şîası ile Sünnîlerce de benimsenen bu görüşler rasyonel ve reel bilgilere aykırı bulunmuş, Yahûdîlik, Hıristiyanlık ve Maniheizm’e ait inancın yansımaları olarak kabul edilmiş, kanıt diye gösterilen âyetler konuyla alâkasız, hadisler ise zayıf veya uydurma olarak değerlendirilmiş, mehdînin kimliği, soyu, nitelikleri hususunda nakledilen bilgilerin çelişkili olması ve her mezhebin kendi mehdîsini icat etmesi bunun kanıtları arasında gösterilmiştir.
Şu da var ki genel anlamda mehdîler hangi dinin mensubu iseler o dinin kurucusunun soyundan gelmektedir. Saoşyant Zerdüşt’ün, Mesîh Dâvûd’un, mehdî Muhammed’in (s) soyundan olacaktır. Bunlar ya Sünnî müslümanlarda olduğu gibi “müstakbel meçhul” veya Şîî müslümanların inandığı gibi daha önce yaşamış, vaad edilen dönemin zamanı gelmediği için bekleme süresini insanlardan gizlenerek tamamlamaya çalışan “muayyen tarihî” bir şahsiyettir.
Her din ve düşüncede mehdî için belirlenen özellikler ve olağanüstülükler ile yapacağı işler vardır. Mehdîlerin varlığı da bazen normal insanlarınkinden ayrı, soy ve sıfatları olağan üstü olarak tasavvur edilir. Mehdîlerin yaşayacakları ve faaliyetlerini gösterecekleri bölgeler daima mensubu bulundukları dinlerin merkezî yayılma alanlarıdır. Her ne kadar dünyaya hâkim olacakları söylense de verilen yer isimleri dinlerinin bilinen coğrafyalarının dışına çıkmamakta ve yapacağı icraatlar ile gerçekleştireceği görevler, genel geçer tabiat kuralları ve âdetullah, sünnetullah realitesiyle bağdaşmamaktadır. Zira anlatılan özellik ve yapılan yorumlar doğrultusunda ortaya konulan niteliklere, peygamber bile sahip olamamıştır. Bu da mehdî meselesinin ne kadar çözümü zor bir konumda olduğunu göstermektedir.
Buna göre mehdîlik meselesi, ne dinin aslından ne de füruundan bir husustur. Aksine sosyo-kültürel dayanakları olan insanlık tarihinin ortak mitik fenomenlerinden biridir. Kabulü ve reddi ayrıcalık sağlamadığı gibi tamamen zannî (tartışmalı) zayıf rivâyetlere dayandığı için sıradan bir kanaati ifade etmenin ötesine de geçemez. İslâm düşüncesine uydurma rivâyetler ve Peygamber’in otoritesi üzerinden sokulmaya çalışan mehdîlik (kurtarıcı) algısı bu bağlamda itikâdî değil insanî ve sosyo-politik bir kabuldür. Hadis külliyatının bir kısmında ve farklı şekillerde yer alan sened, râvî ve metin açısından problemli olan bu kabulü Peygamber döneminden günümüze İslâm inanç ilkeleri arasında var olarak göstermek tartışmalı bir konudur. Bu şekilde bir fikri yaygınlaştırmanın aklını kullanan ve değişikliğe önce kendi nefsinden başlayarak toplumu dönüştürmeyi hedef alan müslüman beklentisinden uzak olduğunu belirtmek gerekir.
Kaldı ki Peygamber dini tam anlamıyla tebliğ ve teybin ettiyse gelen mehdî ne yapacaktır? İslâm dininin sarsılmaz ana kaynağı Kur’an bu konuyu neden hiç değerlendirmemiştir? Din tamamlanmış, sorumluluk insana verilmişse mehdînin kabulü sorumluluğu bir yerde ortadan kaldıracak mıdır? Mehdîye inanmayıp tâbi olmayan Müslümanların hali ne olacaktır? Nisa Suresi 136. ayette iman esasları sayılıp bunların inkârı ise küfür olarak tanımlanmışken Kur’an’da hiç geçmeyen bu hususu reddetmek küfürle, kabul etmek imanla tanımlanabilinir mi? Bu ve buna benzer sorular mehdîlik fenomenini bir inanç ilkesiymiş gibi savunan ekoller tarafından cevabı verilmesi gereken sorular olarak durmaktadır.
2. Mehdî İnancının Tarihî Serüveni
Mehdî kelimesinin terimleşerek bir inanç konusuna dönüşme süreci oldukça erken dönemde başlamıştır. Mehdî kelimesi, esas olarak özellikle Muâviye b. Ebî Süfyân’ın ölümünün (60/680) ardından çıkan iç savaşlar sırasında “İslâm’ı aslî hüviyetine kavuşturup toplumun huzurunu sağlaması beklenen idareci' anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bu dönemde Abdullah b. Zübeyr (v.73/692) ıslah amaçlı bir halifelik girişiminde bulunmuş, onun bu tavrı gelecekteki mehdî düşüncesinin şekillenmesinde etkili olmuştur.
Muhtâr es-Sekâfî (v.67/687), 66/685 yılında Kûfe’de isyan ettiğinde Ali'nin (v.40/661) oğullarından Muhammed b. Hanefiyye’yi (v.81/700) İmâm ve İlâhî kurtarıcı diye tanıtmıştır. Kûfe’de fitne çıkmasından çekindiği için daha önce Basra’ya intikal etmiş bulunan ve halk tarafından mehdî (kurtarıcı) kabul edilen Mûsâ b. Talha’nın (v.103/771) yanına giden Muhammed b. Hanefiyye, burada kendisinin mehdî (umulan bir kurtarıcı) olarak müslümanların başına geçmesini isteyen çok sayıda insanla karşılaşınca bu iddiaları reddedip Abdullah b. Ömer (v.73/692) gibi tarafsız kalmaya özen göstermiştir. Ne var ki Keysânîyye adıyla anılan aşırı Şîî fırkası, Muhammed b. Hanefiyye’nin ölümünü müteakip Medine’deki Cennetu’l-Baki Kabristanı’na defnedildiği halde onun ölmediğini, Medine yakınındaki Radvâ dağında bulunduğunu ve âhir zamanda mehdî olarak geri gelip dünyayı ıslah edeceğini, adaleti hâkim kılacağını iddia etmiştir. Böylece mehdîlik ilk defa Keysânîyye tarafından I. (VII.) yüzyılın ikinci yarısında ortaya atılmış ve diğer Şîîler’e intikal ederek müslümanlar arasında yayılmaya başlamıştır.
Mehdî telâkkisi III. (IX.) yüzyıldan itibaren İsnâaşerîyye arasında kökleşmiş ve bu fırkayı diğerlerinden ayıran önemli bir inanç esası haline gelmiştir. İsnâaşeriyye’nin benimsediği mehdî inancında, zuhûr ettiği anda Ehl-i Beyt düşmanlarından intikam alma fikrinin yanı sıra gaybet döneminde bulunduğu ve zuhûr edeceği ana kadar taraftarlarına, mazlumlara, düşkünlere ve hastalara yardım ettiği telâkkisi de büyük önem taşımaktadır.
Özellikle Emevî ve Abbâsî zulmünden yılan Ehl-i Beyt taraftarları, çareyi mehdî inancına sarılmakta bulmuş ve ideallerini sürekli ertelemişlerdi. İşte “Beklenen Mehdî” düşüncesi aslında “ertelenen düşler” demekti. Şüphesiz söz konusu düşünceyi bu haliyle, çok karanlık ve ümitsiz dönemlerde kalplerin derinliklerinde saklanan bir ümit kıvılcımı olarak değerlendirip, zulme uğramış çaresiz insanların müspet manada motive edilmesi biçiminde değerlendirmek de mümkündür.
Önce Şîîler, ardından Emevîler ve Abbâsîler arasında yayılan mehdî inancı, III. (IX.) yüzyılda hadislerin toplanıp kayda geçirilmesi esnasında bunların sıhhati konusunda titiz davranmayan muhaddislerce ilgili rivâyetlerin mecmualara alınmasının ardından Sünnîler arasında da benimsenmeye başlanmıştır. Ancak erken devir Sünnî literatüründe bu inanca hemen hemen hiç temas edilmemiş, konu daha çok hadisçilerin dahil olduğu Selefiyye’ye ait eserlerde yer almıştır. Geç dönemde oluşan Sünnî kelâm literatürü ile “fiten ve melâhim' türü eserlerde ise mehdî telâkkisinden genellikle kısaca bahsedilmiştir.
Diğer bir ifadeyle ortaya çıktığı erken devirde mehdî inancı, sadece Şîî zümreler arasında rağbet görmemiş, Emevîler ve onlardan sonra iktidara gelen Abbâsîler de kendi mehdîlerini icat etmiş ve buna dair hadisler de uydurmuşlardır. Abbâsîler bir taraftan kendi mehdîlerinin çıktığını söylerken diğer taraftan âhir zaman mehdîsinin gelecekte zuhûr edeceğini de kabul etmişlerdir. Esasen Mehdî inancı Hâricîler arasında da görülmüş ve onlar Ali b. Mehdî’yi kendi mehdîleri ilân etmişlerdir.
Emevî halifeleri içerisinde, seleflerinin zulümlerini ortadan kaldırması umulduğu için bu tür düşüncelere karşılık gibi duran ve kendisini mehdî olarak hissettiren ilk kişinin Süleyman b. Abdülmelik (v.99/717) olduğu kaydedilmektedir. Daha sonra Ömer b. Abdulaziz (v.101/720) bizzat iddia etmemesine rağmen takvası ve âdil idaresi sebebiyle daha Medine’de vali iken başta muhafazakâr Medineliler olmak üzere çağında yaşayan pek çok kimse tarafından mehdî olarak kabul edilmişti. Bununla birlikte bu sıralarda İslâm dünyasını mevcut durumdan kurtaracak mehdînin Ehl-i Beyt’e mensup bir genç olacağı mahiyetindeki söylentiler (rivâyetler) de yaygınlık kazanmıştı. Aynı dönemlerde yaşanan söz konusu kaosu çözüp rahatlatacak mucizevî şahıs olarak bel bağlanan mehdînin kimliği, kişiliği, ortamı ve mensubiyeti konusundaki tartışmalar farklı istikametlerde gelişmiş, bu durum konuyla ilgili inanç ve düşüncelerin de farklılaşmasına sebep olmuştu.
Yaygın çevresel inançlar ve cereyan eden olaylardan etkilenen mehdîlik düşüncesi zamanla İsâ'nın (a) mehdî olduğu, Kahtânîler’den insanları asâsıyla yola getiren bir kimse çıkmadan kıyâmetin kopmayacağı tarzında “ortamda gelişen” haberlerle desteklenmeye çalışılmıştır. Nitekim bu dönemde özellikle İbnu’l-Eş'as'ın (v.85/704) 80/699 yılındaki isyanından önce yayılan rivâyetler (kanaatler) sebebiyle adı geçen bu kişi Kahtânî ve “Nâsıru’l-mü’minin” diye anılıyordu.
Bu arada Emevîler’e sadık bir belde olan Humus’ta mehdînin Kureyşten geleceği, fakat Yemen asıllı olacağı düşüncesi yanında Basra’da Ömer b. Abdulaziz’in mehdî olduğu kanaati de yaygınlık kazanmıştı. Öyle ki mehdînin İsâ (a) olduğunu, bunların dışında müslümanların içinden mehdî çıkmayacağını söyleyen Hasan-ı Basrî (v.85/704), eğer olursa bunun Ömer b. Abdulaziz’den başkası olmayacağını ifade ediyordu.
Kûfe’de ise meçhul bir râvî olarak değerlendirilen Abdullah b. Bişr el-Has'amî'den nakledilen, mehdînin ordusunun Rum beldelerine sefere gideceği, yedi veya dokuz yıl dünyaya hâkim olacağı yönündeki kehânetler (rivâyetler) gündemdeki yerini almıştı. Ali (a) taraftarlarının yaygın olduğu Kûfe'deki “yaygın sözleri aktarım geleneği (hadisçiler)”, artık kendine ait özel bir anlam dünyası oluşan ve bu nedenle teknik bir kavram haline gelen Mehdî'nin Peygamber’in (s) Ehl-i Beyt’inden yahut Ali’nin neslinden geleceği konusunda ısrarlı idi. İbn Mes'ûd üzerinden sürüme sokulan rivâyetlerde ise ismi, Resûlullah’ın ismine uyan Ehl-i Beyt’ten bir kimsenin Araplar üzerinde hâkimiyet kurmadan, dünyanın sona ermeyeceği haberi yaygınlık kazanmıştı.
Abbâsîler, başlattıkları ihtilâl hareketini Mesîh beklentileri ve Ehl-i Beyt’ten dinî alanda ıslahat yapacak ve adaletli bir idare kuracak kişiyi iktidara getirme düşüncesiyle desteklediler. Nitekim ilk Abbâsî halifesi Ebu’l-Abbâs (v.136/754), 132/749 yılında Kûfe Mescidi’nde yapılan merasimde kendisini, mehdîye verilen yaygın sıfat olan “Seffâh” lakabıyla tanıttı. Şair Sudeyf de ona Hâşimîler’in mehdîsi diye hitap etti. Ebu Dülâme’nin mehdî olarak hitap ettiği ikinci halife Ebû Ca'fer el-Mansûr (v.158/775), Hasan b. Ali (v.49/669) neslinden gelen ve Medine’de taraftarlarınca mehdî kabul edilen Muhammed b. Abdullah en-Nefsuzzekiye (v.145/762) ile kıyasıya bir mehdîlik mücadelesine girişti. Halife Muhammed b. Abdullah (v.168/785) ise açıkça, beklenen “mehdî” unvanıyla takdim edildi. Abbâsî ailesinin mehdîlik iddiaları Kûfe’de kısmî bir destek de buldu. Bu dönemde İbn Abbâs (v.68/687) ve İbnu’l-Müseyyeb (v.94/713) üzerinden oluşturulan rivâyetlerle Peygamber’in (s), seffâh, mansur ve mehdînin kendilerinden olduğunu söylediği haberleri yayılmaya çalışıldı.
Bu devirde mehdîlik konusunda Abbâsîler lehinde yerleşmiş olan gelenek, halkın beklentilerinin gerçekleşmemesi sebebiyle kısa sürede değişerek Ali evlâdının lehine dönüştü. Böylece zamanla, Mehdînin Peygamber’in Fâtıma (v.11/632) neslinden gelen evlâtlarından birisi olarak, dünyayı adaletle donatıp yedi yıl süreyle hâkim olacağı şeklinde kurgulanan rivâyetler (Ebu Dâvûd, 'Mehdî', I) Kûfe dışında bile yayılmaya başladı. Mehdînin ve babasının isminin Peygamber ve babasının adına uygun olacağı şeklinde tasarlanan nakiller ise, sonraları Zeydiye imâmet silsilesi içinde zikredilen en-Nefsuzzekiyye’ye işaret eder mahiyetteydi. Bu esnada Abdullah b. Amr b. Âs’a (v.65/684) dayandırılan, mehdînin Hüseyin (v.61/680) neslinden geleceği, doğudan zuhûr edeceği ve önünde hiçbir gücün duramayacağına dair Mısır’da yaygınlaşan rivâyetler, Abbâsî hareketinden sonra ikinci bir ihtilâli hatırlatmaktaydı. Irak menşeli olan, Mısır ve Suriye’den de etkilenen bu beklentiye göre Temîm kabilesinden Şuayb b. Sâlih liderliğindeki kuvvetler Horasan’dan beyaz elbiseler içinde küçük siyah bayraklarla Rey'e hareket edecek ve mehdînin gelişine uygun ortamı hazırlayacaklardı. Bu rivâyete, olayların Peygamber neslinden birinin öldürüleceği sırada cereyan edeceği hususu da eklendi. Sözü edilen niteliği taşıyan Muhammed en-Nefsuzzekiyye de öldürülünce bu defa mehdînin Mekke'de zuhûr edeceği, Şuayb b. Sâlih’ten biat alacağı, Kelb ordusunu mağlûp edip Süfyânî’yi de öldüreceği haberleri yaygın biçimde paylaşıldı. Suriye’de yayılan bazı rivâyetlere göre mehdî Kudüs’e yerleşecek, yirmi dört ile kırk yıl arasında hâkimiyet kuracak, ailesinden bazı halifeler yahut Kahtânî ona halef olacaktır. Bu teze göre âhir zamanda ikinci bir mehdî gelecek, Konstantinopolis’i zapt edip gökten inecek olan İsâ’nın emrine girecektir.
Ne yazık ki mehdî ile ilgili bu haberler, Ahmed b. Hanbel’in (v.241/855) Müsned'i başta olmak üzere Sünnî bloğun Kutub-i Sitte diye bilinen hadis kaynaklarından Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn Mâce'nin kitaplarında ve diğer hadis koleksiyonlarında yer bulmuştur. Bununla kalmamış sonraki hadisçilerden Taberânî (v.360/971), Hâkim (v.405/1014) ve Beyhaki’nin (v.458/1066) eserlerinde yer alan haberlerle de mehdînin âhir zamanla ilgili rolü şekillenmiştir. Böylece İsâ (a) gökten indiğinde mehdînin İslâm toplumuna hâkim olacağı, namazda imâmet görevini yerine getireceği, daha sonra liderliği İsâ’ya teklif edeceği, deccâlin öldürülmesinde ona yardım edeceği, Sünnî çevrelerde umumî kabul gören bir inanç haline gelmiştir. Mamafih bilinmelidir ki içinde mehdî adı ister geçsin ister geçmesin konu bağlamında Peygamber'e atfedilen rivâyetler, Muhammed b. Hanefiyye gibi lider kabul edilen kişilerin mehdî ilân edilip buna inanılmasından ve III. (IX.) asırda bir inanç esası haline getirilmesinden sonra ortaya çıkmış gözükmektedirler.
Buna göre özetle Peygamber'e (s) atfedilen ve râvîleri güvenilmez bulunan bu metinlerde belirtildiğine göre dünyanın ömründen bir gün bile kalsa Allah, bu günü uzatıp mutlaka bir mehdî gönderecektir. Hasan veya Hüseyin’in neslinden gelecek olan bu kurtarıcının adı Resûl-i Ekrem’in adına, babasının adı da onun babasının adına uygun olacak (Muhammed b. Abdullah) ve zulümle dolu olan dünyayı adaletle dolduracaktır. Beş, yedi veya dokuz yıl hüküm sürüp bütün müslümanları hâkimiyeti altına alacak, iktidarı sona erince de kıyâmet kopacaktır. Süyûtî, Sünnî kaynaklarında nakledilen mehdî rivâyetlerinin kırktan fazla olduğunu söyler. İsnâaşerîyye Şîası'na ait kaynaklarda bunlara 200’ü aşkın rivâyet daha eklenir. Bu son kısım rivâyetlerde daha çok “Mehdî el-Muntazar” da denilen mehdînin, On İkinci İmâm Muhammed b. Hasan olduğu iddia edilir.
3. Şîa Düşüncesinde Mehdî İnancı
Şîa, imâmet sorununu her şeyden önce dinî bir mesele olarak görür ve siyâseti de dinden bir cüz sayar. Akabinde meselenin fıkhî, felsefî ve kelâmî, kısaca nazarî boyutlarını ele alır. Bu çerçevede siyâsî konularda beşerî vâkıaya nispeten daha bağlı kalan Sünnîlerin tersine Helenistik ve başta eski Pers/ Fars kültürü olmak üzere doğu siyâset geleneklerinden unsurlar alarak hareket eden Şîa, imâmetin Tanrı’nın nasla belirlediği, peygamberin tayin ettiği ehl-i beyte mensup bir kişinin (imâm) uhdesinde olduğunu vurgular. İmâmın gâib olması sorununu “mümessil (Ayetullah)” yoluyla çözüp süreci mehdîlikle kapatan Şîa’ya göre, her birisi Tanrı’yla irtibatlı olduğundan dinî ve dünyevî otorite, imâmların elinde bulunmalıdır. Onlara göre Hakîkat-ı Muhammedî, On Dört Ma'sûm tarafından temsil edilir ve bunlar Nûr’ul-Envâr'dır. Sürekli Tanrı’ya bağlı olan imâmlar ve temsilcileri (ulemâ), söz konusu ilâhî özelliklerinden dolayı aynı zamanda bir “ruhban” sınıfı da oluştururlar.
Başka bir ifadeyle Şîa’da Peygamber (s) ailesinden; dinî alanda ıslahat yapacak ve dünyada adaleti tesis edecek olan mehdînin geleceğine inanma Sünnîliğin aksine başlangıçtan beri yaygın ve aslî inançlardan birini teşkil etmiştir. İlk devirlerden itibaren hemen bütün Şîî fırkalarında, mehdî kabul edilen şahsın geçici bir süre gözden kaybolmasının (gaybetinin) ardından toplum içine dönerek işlevini göreceğine inanılmıştır. Mehdînin gaybet döneminin ardından tekrar ortaya çıkacağına inanç (kıyâm) dolayısıyla Şîa fırkalarında mehdî hakkında Emevîlerin son devirlerinden itibaren “el-kâimu’l-mehdî” yahut “kâimu âl-i Muhammed” ifadesi kullanılmaya başlanmıştır. Mehdîlik hareketleri aşırılar dışında Şîa’nın üç ana fırkası olan Zeydiyye, İsmailliye ve İmâmîyye’de farklı boyutlarda gelişme göstermiştir. Ancak bunlardan mehdî konusuyla en çok ilgileneni İmâmiyye’dir. Onlara göre On İkinci İmâm Muhammed b. Hasan el-Askerî halen gaybet halindedir ve sağdır; yeryüzünü adaletle dolduracağı belirtilen kâim el-mehdî, odur. İmâmîyye’de onun zuhûruna ve beklenen mehdî olduğuna inanmak bir iman esasıdır.
Mehdî inancının Şîa itikâdının kilit taşlarından biri olmasını, tarihsel süreçte yaşadıkları hayal kırıklıkları ve maruz kaldıkları baskılarla yakından alakalı görmek mümkündür. Burada tarih boyunca sosyal sıkıntıların ve bunalımların yaşandığı dönemlerin bir kurtarıcı fikrini ön plana çıkardığını vurgulamak gerektir. Hüseyin’in (r) Kerbelâ’da öldürülmesiyle başlayan bunalım sürecinin Şîa açısından da benzer motifler taşıdığı muhakkaktır. Bu yüzden Şîîlikteki mehdî algısı, Emevî ve Abbâsî idarelerine karşı girişilen iktidar mücadelelerinde yaşanan başarısızlık ve hayal kırıklıklarının bir sonucu olduğu anlaşılmaktadır.
Şîa’da oluşan mehdî inancının ortaya çıkışında eski İran kültürü de göz ardı edilemez derecede bir etkiye sahiptir. O kültürden gelen en önemli etki hiç şüphesiz, İslâm’dan önce yaklaşık bin yıllık bir süreyle İranlıların dini olan Zerdüştlükteki kurtarıcı düşüncesidir. Zira Zerdüşt, bir kurtarıcının geleceğini ve onun emri altında ışık güçlerinin tam bir zafer kazanacağını söylerdi. İşte Şîa da, baskılara karşı çaresiz kalan Zerdüştî ve Mazdekî gibi geçmiş bazı topluluklardakine benzer şekilde umutlarını, geri geleceğini bekledikleri (ric'at) bir kurtarıcıya, yani mehdî'ye bağlamışlardı. Üstelik bu ric'at efsanesini temellendirmek için yığınla apokaliptik rivâyet de üretmişlerdir. Nitekim zamanla sayısı artan İranlı mühtedilerin arzularını yansıtan bir dizi rivâyetin İmâmî literatürde yer bulabildiği malumdur. IX. yüzyıl İran'ındaki hadisçiler ise, mehdîci rivâyetlerin İmâmî külliyat içerisinde kabul görmesinde anahtar rol oynadılar.
Çağdaş âlimlerden Kâşifu'l-Gıtâ (v.1374/1954) ve Muğniyye'ye göre; Şîanın ric'ate inanması; tıpkı Ehl-i Sünnet’in Deccâle inanması gibidir. Zira ihtilaflı bir konu olmakla birlikte Ehl-i Sünnet'te genel anlamda Deccâle inanılmaktadır. Buna göre Ehl-i Beyt'ten ric'at hakkında nakledilenler; Deccâl hakkında Müslim'in (v.261/875) Sahih'inde; Ebû Davud'un (v.275/888) Sünen'inde ve el-Heysemî'nin (v.807/1404) Mecma'uz-Zevâid'inde nakledilenler gibidir. Dileyen bunlara iman eder, dileyen inkâr eder, her iki durumda da bir sakınca yoktur. Filvaki biz de bu Şîî âlimin görüşünü paylaşıyor ve Deccâl (ilaveten mehdî) inancının İslâmî temellerinin olmadığını; aksine ezilmişlik ruh hâlindeki insanların, bazı kişileri sevmeleri veya nefret etmeleri ile alakalı olarak düştükleri ifrat/ tefrit sonucu meydana gelen patolojik bir beklenti olduğunu kabul ediyoruz.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi İsnâaşerîyye Şîası, dünyanın son zamanlarında belli bir sülâleden belli vasıf ve yeteneklere sahip bir mehdînin geleceğini kabul eder. Bu anlayışa göre kıyâmetin kopmasından önce müslümanları içinde bulundukları kötü durumdan kurtaracak bir mehdî çıkacaktır ve bu da “Sâhibüzzamân” olarak da anılan On İkinci İmâm Muhammed b. Hasan el-Mehdî’dir. Babasının vefatından (260/874) sonra insanlardan gizlenen Muhammed el-Mehdî ölmemiştir. Deccâl’in ortaya çıkışının ardından Mekke’de zuhûr edip iktidarı ele geçirecek, zalimleri cezalandırıp adaleti hâkim kılacak, İlâhî emirlere itaat edilmesini sağlayacak ve müslüman olmayanları öldürecektir. İsnâaşerîyye anlayışına göre Kur’an’da kırktan fazla sûrenin 100’den çok âyetinde Muhammed b. Hasan’ın mehdî olarak geleceğine işaret edilmiş ve Peygamber’e ulaşan rivâyetlerde ilgili âyetlerin bu anlamı içerdiği belirtilmiştir. Mehdînin zuhûrunu kabul edenlere göre bu husus aklen de sabittir. Çünkü sonunda başarıya ulaşılacağı ümidini taşımadan zulme karşı direnmek ve adaletin hâkim olduğu bir düzeni gerçekleştirmek mümkün değildir. Mehdî inancı ise böyle bir mücadeleye girişmeye zemin hazırlamaktadır. Mehdînin asırlarca yaşaması akla ve bilime aykırı görünse de Allah’ın gücüne göre imkânsız sayılmaz.
Ne var ki rüşdünü idrâk etmemiş bir çocuk olduğu belirtilen Muhammed b. Hasan’ın on iki asırdan beridir yaşamakta olması ve ortaya çıkacağı zamana kadar yaşayacağı iddiasının bilimsel yönden tutarsız olduğu açıktır. Allah'ın vazettiği tabiat kanunlarını bu kişi için geçersiz kıldığına dair herhangi bir dinî veya aklî gerekçenin bulunmadığı malumdur. Eğer Allah, salih bir kulu vasıtasıyla zulmün kaldırılıp insanlar arasında adaletin hâkim kılınmasına yardım edecekse, bir çocuğu asırlarca yaşatması yerine bu değişimin vuku bulacağı zamanda murat edeceği bir kişi vasıtasıyla bunu gerçekleştirmesi daha makuldür. Sonuçta insanların aldatılmasına ve dolayısıyla fitneye sebep teşkil eden bu tür telâkkilerin yanlışlığı ortadadır. Kaldı ki Mehdî’nin Hüseyin veya Hasan’ın soyundan çıkacağı iddiası da soyla övünmeyi ön plana çıkaran Câhilî düşünceleri çağrıştırdığı açıktır.
4. Ehl-i Sünnet Düşüncesinde Mehdî İnancı
Kurtarıcı Mehdî beklentisi, İslâmî gelenekte önemli bir yere sahiptir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi gerçekte İslâm dinine ait bir inanç olmayan bu düşüncenin oluşumunda, birtakım sosyo-kültürel etmenlerin yanında, özellikle Emevîlerin kuruluşundan itibaren yaşanan bazı siyâsî gelişmelerin de bir hayli etkisi olduğu anlaşılmaktadır. Başlangıçta sadece sosyal ve psikolojik bir durumun yansıması olarak gündeme geldiği anlaşılan bu beklentiler zamanla itikadî bir boyut kazanmış ve usûlu’d-din konularından biri haline gelmiştir.
Mehdînin zuhûru hakkında nakledilen birçok rivâyetin etkisiyle olacaktır ki Ehl-i Sünnet havzasına mensup çevrelerin geneli; özellikle de Selefîyye ile hadis alimleri ve onlardan gelen hadis metinlerinin etkisiyle de sûfîler, Şîa’nınkinden farklı da olsa âhir zamanda bir mehdînin geleceğini kabul etmişlerdir. Onların telâkkisine göre kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri olan mehdî, Hasan veya Hüseyin’in soyundan biri olarak Medine’de doğacak, Mekke’de mehdîliğini ilân edecektir. Adı Muhammed b. Abdullah'tır. O, ilâhî emirleri hayata geçirecek, sünnetleri ihya edip bidatleri ortadan kaldıracak ve başta Cebrâil ve Mikâil olmak üzere meleklerden oluşan orduların da desteğiyle dünyanın tamamına hâkim olan bir devlet kuracak, Tevrat ve İncil’in asıllarını bulup Ehl-i kitabın müslüman olmasını sağlayacak, zulmü kaldırıp adaleti tesis edecek, devrinde herkes zenginleşecek, barış ortamını gerçekleştirip düşmanlıkları sona erdirecektir. Yedi yıl süren bir iktidardan sonra İsâ gökten inecek ve Deccâli birlikte öldürdükten sonra yönetimi ona devredip otuz beş veya kırk yaşlarında vefat edecektir. Onlara göre bu durum, kesinlik ifade eden hadislerle sabit olduğundan kabul edilmesi zarurîdir. Nitekim bazı âyetlerde de mehdîye işaret edilmiş ve onun kıyâmetin kesin bir alâmeti olduğuna dikkat çekilmiştir. Sünnî kelâmcılar ise eserlerinde mehdî inancına ya hiç temas etmemiş veya kıyâmet alâmetleri arasında kısaca değinip bunun aslî bir inanç konusu olmadığına dikkat çekmişlerdir.
Bu durumda mehdî inancının Ehl-i Sünnet’te de olduğu ve bu mezhebin muteber kabul ettiği bazı hadis kitaplarında âhir zamanda gelecek Mehdî’nin Muhammed’in (s) soyundan olduğuna dair hadisler bulunduğu bir gerçek olduğuna göre, bu inancın Ehl-i Sünnet’te de olduğu sonucuna varılmak durumundadır. Ne var ki bu anlayışın Şîa’nın geliştirdiği bahis konusu düşünce ve ortam içerisinde zamanla senedi de olan rivâyetlere dönüşüp hadis diye kabul gören ifadeler dolayımında gerçekleştiği ve tasavvuftaki mehdîlik düşüncesinin bunun bir devamı olduğu anlaşılmaktadır.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi İsnâaşerîyye Şîası, dünyanın son zamanlarında belli bir sülâleden belli vasıf ve yeteneklere sahip bir mehdînin geleceğini kabul eder. Tasavvufla teşeyyu arasındaki ilişki ve etkileşim sebebiyle olacaktır ki Ferîdüddin Attar (v.627/1229), Muhyiddin b. el-Arabî (v.638/1240), Celâleddîn-i Rûmî (v.672/1273), Sadreddîn-i Konevî (v.673/1274) ve Abdurrahman Câmî (v.898/1492) gibi mutasavvıflar veya mistik ruhlu kişiler de aynı kanaate sahiptir.
İlk sûfîlerin mehdî konusuyla ilgilenmemesine karşılık filozof Sûfîler İbn Arabî ve İbn Seb'în (v.669/1270) konuya dair fikirler ileri sürmüşlerdir. İbn Arabî’ye göre Peygamber nasıl nebîlerin sonuncusu ise vasilerin sonuncusu olan mehdî de Hasan b. Ali neslinden gelecek, İslâm fıkhını uygulayacak, içtihadında yanılmayacak, İsâ onun vezirlerinden biri olacaktır. İbn Arabî’ye göre, kıyâmet yaklaşıp mehdî zuhûr edince Hızır ona şahitlik edecektir. Bu meyanda İbn Teymiye, Şîîlik'teki mehdî anlayışı ile Hızır arasındaki benzerliğe dikkat çekmiştir.
Filvaki Haydar Âmulî’ye (v.787/1385) göre Şîîlik ve tasavvuf aynı şeydir. Şîîlik'le sûfîlik arasında tam bir uygunluğun bulunduğuna ve tasavvuf esaslarının Şîîlik'te mevcûd olduğuna inanan Amulî'ye göre resûl, nebî ve ma’sûm imâmlar zahirî ve şer'î hususları bilirler. Onlar bunun yanında hakîkat ve ma'rifet bilgisine de sahiptirler. Zahirî ve şer'î bilgiler şîîlik, bâtınî bilgiler ise sûfîliktir. Şîî kaynaklarda 'seyyidu'l-mütellihîn' diye bahsedilen Amulî bu noktadan hareket ederek her hakîkî Şîî'nin mutlaka sûfî, her hakîkî sûfînin de Şîî olacağı sonucuna ulaşır. Ona göre Şîî ve Sûfî aynı gerçeğin farklı iki yönünü ifade eden isimlerdir. Amulî Sûfîlerin Şîîlerle aynı olduğunu söylerken Şîa'nın, imâmları kanalıyla elde ettiği ilâhî sırlara sûfîlerin de vakıf olduğu düşüncesinden yola çıkarak bu kanaate vardığını ifade etmektedir.
Vahdet-i vücûd nazariyesi sayesinde felsefeyle tasavvufun birbirine yaklaştığını ileri süren Amulî'ye göre mehdînin zuhûru ile hikmete dayalı ilimler daha fazla itibar görecek ve ictihad, istinbât ve usûlden füruûn istihracı gibi hususlar geçerliliğini yitirecektir. Böylelikle Amulî, kendi zamanında zirveye çıkmış fıkıh ve içtihâd hareketine karşı tasavvuf ve hikmete dayalı düşünceyi tervic etmiş olmaktadır. Şîîlik'le tasavvufu aynı kaynağa bağlayan Amulî'nin bu görüşe varmasında İbn Arabî’nin önemli te'siri vardır. Nassu'n-nusûs adını verdiği Füsûsu’l-hikem şerhinde velîler zümresi içinde onun yerini peygamberler içinde Muhammed'in (s) tuttuğu yere benzeten Amulî, Şîîler'in on iki imâmı gibi İbn Arabî'nin de ilim ve ma'rifeti doğrudan Peygamber'den aldığını ileri sürer. İbn Arabî'nin 'hâtemu'l-evliyâ' nazariyesinin Şîî karakterli bir yorumunu yapan Amulî, sahip olduğu bu anlayışın neticesinde ehl-i tasavvufun kutbuyla Şîa'nın mehdîsinin aynı kişi olduğunu söyler ve tasavvuftaki kutub anlayışını Şîî bir karaktere büründürür.
A. İlmî Çalışmalarda Mehdî İnancı
Konuya ilişkin yapılmış ilmî çalışmaların ortak değerlendirmesiyle mehdî kelimesi Kur’an’da geçmediği gibi, Buhârî ve Müslim'de de geçmez. Diğer hadis kaynaklarında mehdî ile ilgili bazı rivâyetler var ise de bu hadislerin sıhhat derecesi tartışmalı olup genel kanaat, bunların itikâdî ve amelî açıdan delil kabul edilemeyeceği yönündedir.
Yaygın olarak mehdî inancının ortaya çıkması iki sebebe bağlanmıştır. Birincisi Yahûdî ve Hıristiyanlıkta var olan inançlardır. Nitekim bu iki dinin mensupları mehdî/ Mesîh gibi bir şahsiyeti, gelecekte insanlığın kurtuluşunu sağlayacak bir müjde ve hakikat olarak gündemde tutmaya çalışmışlardır. İkincisi de Müslüman topluluğun kendi içindeki siyâsî kavga ve çekişmelerdir. Özellikle Sıffin Savaşı'ndan sonra İslâm âleminde ortaya çıkan fırkalardan Şîa, bu husustaki iddiasını ifrat derecesine vardırmıştır. Bu anlamda onlar, 'Masum İmâm, Gaybî İmâm ya da İmâmu'l-Muntazar' düşüncesini son kurtarıcı olarak kabul etmişlerdir. Bu inanç aynı zamanda oradan etkilenen tasavvuf alanında da destek görmüş ve böylece özellikle sûfîlik eğilimi olan ehl-i sünnet âlimlerinin de ilgi alanına girmiştir. Ancak mehdî inancı, genel kabul anlamında, İslâm itikâdının konuları arasında yer almamıştır. Çünkü Peygamber (s) ile birlikte nübüvvet kapısının kapandığı ilkesi esas alınmıştır. Mehdîlik konusu da bu bağlamda değerlendirilmiştir.
Bir başka açıdan mehdîliğin Sünnî toplumun kelâmcıları tarafından akîdenin temel prensiplerinden biri olarak pek sahiplenilmediği anlaşılmaktadır. Onların konuyu, karşı çıkıp reddetmemiş olsalar bile eserlerinde ya hiç ya da kısa bölümler halinde işlemeleri bunun alameti olsa gerektir. Kelâmcılarca bunun itikâdî bir unsur olarak görülmemesi, mehdînin zuhûrunu kabul veya reddetmenin kişi imanına halel getirmeyeceği anlamına gelir. Ne var ki kelâmcıların aksine Sünnî toplumun tasavvuruna hâkim olan ve bu hakimiyetini sürdüren hadisçi ve sûfî kesimlerin hemen tamamı mehdî anlayışına sahip çıkmışlardır. Bu yüzden de kelâmcılarca inanç esası olarak genel bir kabul görmese de, özellikle sûfî kesimin ve bir ölçüde de hadisçi zevatın halk üzerindeki geniş etkisi dolayısıyla toplumumuzda “umut ve beklenti” adına bir mehdî inancının varlığı müşahede edilmektedir.
Değişik din ve kültürlerde değişik adlarla anılan ve kurtuluşun kendisiyle sağlanacağı düşünülen mehdî (kurtarıcı) inancı Allah’a, Peygamber’e iman gibi dinin temel inanç esasları arasında yer almaz şüphesiz. Nitekim ilk dönem akaid ve kelâm kitaplarında yer almayan mehdî konusu hicrî II. yüzyıldan itibaren vâizler vasıtasıyla hayal kırıklığına uğrayan halk kesimine ümit vermek maksadıyla işlenmeye başlanmıştır. Bu anlamda Mehdînin geleceğini kabul edenler içerisinde özellikle sûfîleri zikretmek gerektir. İlk dönem sûfîleri bu konuyla meşgul olmadıkları halde, İbn Arabî gibi sonraki dönem sûfîler keşf, vahdet-i vücûd, abdal, kutub inançlarını kabul ederek Şîa’dan ve özellikle Rafızîler’den etkilenmişlerdir. Böylece Şîîlik ve Şîa paralelinde izahlar yapan kimi tasavvuf erbabı, mehdî beklentilerinin gelişip kurumsallaşmasını sağlayan uygun bir ortam sağlamışlardır. Bunun yanında aktarılan ilgili rivâyetler konuyu daha çetrefilli bir hale getirmektedir. Binaenaleyh gelecekten haber veren bu tür hadislerin, sağlıklı değerlendirilebilmesi için sened tenkidinin yanında, metin tenkidinin de yapılması gerekmektedir.
Ne yazık ki mehdî ile ilgili rivâyetleri, her dönemde ortaya çıkıp istismar eden kimseler olagelmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla ya da bu gidişle kıyâmete kadar çıkmaya da devam edecektir. Bu itibarla mezkûr rivâyetlerin otoritesine sığınarak insanları diledikleri gibi etkileyen kimselere ve kullandıkları argümanlara karşı dikkatli olunması gerekmektedir. Zira bir kurtarıcı bekleme fikri doğru değildir. Kur’an’a göre âhir zamanda beklenen “mesîh” veya “mehdî” Muhammed aleyhisselam gelmiş, Kur’an-ı Kerim’i getirmiş ve örnekliğini de ortaya koymuştur. Bundan sonra yapılması gereken, O’nu doğru tanımak, ittibâ etmek ve ideallerini gerçekleştirmek için çalışmak olmalıdır. Çünkü dünyada yaşayan her bir Müslümana düşen görev “mehdî” beklemek değil, “mehdî” gibi olmaya çalışmak, İslâm’ı en güzel şekilde temsil ve tebliğ etmek, yeryüzünde adâleti tesis etmek, tüm insanlığa hidâyet yollarını göstermektir. Bununla beraber her dönemde Müslümanlara yol gösterecek, “İslâmî ilimlerde derinleşmiş, ilmi ile âmil, ihlaslı ve önder şahsiyetlerin” olması da tabiîdir. Bunların da bir anlamda hazır toplum için “mehdî” kabul edilmeleri imkân dâhilindedir. Lakin “mehdî” kavramını doğrudan küresel kıyâmetle ilişkilendirmenin ve âhir zamanda ortaya çıkacak bir “mehdî” fikrini savunmanın yeterince ikna edici olmadığı bilinmelidir.
Buradan bakınca mehdî konusuna dair kanaatlerin ifade edildiği akademik makale ve kitaplarda söz konusu meselenin ele alınış biçimi ve varılan sonuçlar/ belirtilen kanaatler ile halka yönelik, halk dindarlığını esas alan eser ve farklı çalışmalarda ortaya konup ifade edilen kanaatler arasında birbirine zıt değerlendirmeler, uzlaştırılması imkânsız sonuçlar olduğu görülmektedir. Yapılan emek mahsulü ilmî çalışmalarda ifade edilen düşünceler, biraz da halk diline ve anlama seviyesine uygun düşmediğinden maalesef ölü mesabesinde arşiv ve kütüphane raflarında kalmakta, topluma bir yansıma ve etkisi olamamaktadır. Öteki türden çalışmalar ise halk arasında mütedavel olmakta ve halk dindarlığının şöyle veya böyle beslenme kaynağı haline gelmektedir. Dolayısıyla karşılık bulma anlamında ilmî çalışmalar öteki eserlere nazaran olabildiği kadar cılız kalmaktadır. Üstelik halk anlayışını şekillendiren çoğu çalışmada ve onlara öncülük eden zevatın ifadelerinde, bahis konusu ilmî çalışmalara, bu çalışmalarda ortaya konan neticelere, neticeleri tespit eden ilim adamlarına ve yetmedi çalıştıkları kurumlara yönelik kullanılan karalayıcı ve itibarsızlaştırıcı argümanlar ve bu argümanlarla süslenmiş hakaretamiz üslup da söz konusu olunca artık halkın bu neticelere ve sahiplerine karşı duruşu amansız bir hal almaktadır. Böylece temellendirilmiş ilmî söylem boşta kalmakta ve genelde ilim ehli ayrı, geleneksel dindarlık algısıyla yoğrulmuş yaygın söylemi benimseyen toplum ayrı bir anlayışa sahip olmaktadır. İkisinin arasını bulmak ve halkın, esasen olması gereken temellendirilmiş dindarlığa ulaştırılması, çevreden toplama ithal düşüncelerden soyutlanması olanaksız kalmaktadır. Oysaki biz ilim ehlinin yani akademiyaya mensup zevatın ulaştığı sonuçları topluma ulaştırmak ve toplumu bunlardan yararlandırmak gibi bir misyonu da bulunmaktadır. Bu nedenle özellikle halk inancına taşınması gereken böylesi hususları, bir yöntemini bularak yaymaya çalışmak ve bunun üzerinde kafa yormak icâb etmektedir. Mümkünse şayet halka vaziyet eden insanlarla temasa geçerek onların şahsiyetleri üzerinden sağlıklı bir diyalog ile ve ayrıca akademik üslup ve elit duruştan -tabii ki varsa ya da şayet öyle bir görüntü verilmiş ve halkta bu tarz bir imaj bırakılmışsa- özellikle böylesi mevzularda kaçınarak anlayış ve değerlendirme imkânı yaratılmalıdır. Zira akademya daha yerinde bir tanımlamayla akademisyenler, iyi niyet ve güçlü bir çabayla ortaya koyduğu sonuçlarının (makale, kitap vs.) en az mehdî yani bir kurtarıcının gelip gelmeyeceği gibi, yakın zamanda bir örneğini daha yaşadığımız kalkışmada görüldüğü üzere bir takım haddini bilmezlerin suiistimal de edebileceği belli konulara dair olanlarının esas muhatabını halk olarak kabul etmeği bilmekle sorumludur. Değilse ilimden yoksun ve aynı zamanda ortam bilgisi olarak edindiği malumatla yetinip allamelik güden bazı kimselerin başka zamanlarda yine benzeri teşebbüslere kalkışmaları mümkün olacaktır. Kanımızca burada bizim konu özelinde de olsa, öncelikle mevzuyu anlamak, temellendirmek, geçmiş dönemlerdeki hikayesini de öğrenmek bilahare yeni teşebbüsleri önleme çabası çerçevesinde kampüslerin dışındaki dünya ile buluşmamız gerekmektedir. Bunun yöntemini bulup gereğince davranmak ödevimiz olsa gerektir.
B. Sünnî Toplumlarda Mehdî Anlayışı
Evvel emirde mehdî inancının Sünnî itikâda geçişinin de İsâ’nın nüzûlü polemiği tarzında bir serencamının olduğunu ifade etmek gerekmektedir. Mehdîlik ilk defa Keysânîyye tarafından I./VII. yüzyılın ikinci yarısında ortaya atılmış ve diğer Şîîler'e intikâl ederek müslümanlar arasında yayılmaya başlamıştır. Ancak bu inancın, daha çok Hüseyin'in Kerbelâ'da şehid edilmesinin ardından Ka'b’ul-Ahbâr'ın Yahûdîlik'ten İslâm dinine taşıdığı sanılan rivâyetlerin etkisiyle ortaya çıktığını ve hilafetin Ali b. Ebu Talib'in soyundan gelenlere ait bir hak olduğunu savunan gruplar arasında yayıldığını bilmek gerekir. Mamafih yukarıda da belirttiğimiz gibi, ortaya çıktığı erken devirde mehdî inancı, sadece Şîî zümreler arasında rağbet görmemiştir. Emevîler de Süfyânî adını verdikleri kendi mehdîlerini icat etmişler ve buna dair hadisler uydurmuşlardır. Muhtemelen ilk defa Hâlid b. Yezid (v.85/704) halkı Emevîlerin mehdîsi Süfyânî'ye inanmaya çağırmış ve bunu yaymaya çalışmıştır. Emevîlerden sonra iktidara gelen Abbâsîlerin yöneticileri de mehdînin kendilerinden çıkacağına dair hadis uydurup insanları buna inanmaya davet etmişlerdir.
Şîî düşüncesinden özellikle de bâtınî söyleminden etkilendiği kabul edilen tasavvuf ehlinin bu bağlamda mehdî inancını da benimsemesi söz konusu akîdenin müslümanların çoğunluğu arasında yayılmasına zemin hazırlamıştır. Nitekim İsnâaşerîyye Şîa'sınca benimsenen mehdî inancı ile muhafazakâr âlimlerin baskısı altındaki Ehl-i Sünnet çoğunluğuna sirayet eden mehdî inancı arasında -mehdînin Muhammed b. Hasan olması, halen hayatta bulunması ve Hüseyin'in (r) muhâliflerinden intikâm alması dışında- fonksiyonları açısından özde bir farkın olmadığı görülür. Bu durum mehdî inancının Ehl-i Sünnet'e Şîa'dan intikâl ettiği ihtimalini güçlendirmektedir.
Yukarıda açıkladığımız gibi Sünnî kelâmcılar eserlerinde mehdî inancına ya hiç temas etmemiş veya kıyâmet alametleri arasında kısaca ve hatta geçiştirerek değinip bunun aslî bir inanç konusu olmadığına dikkat çekmişlerdir. İlmi prensiplere göre hazırlanmış çalışmalar içerisinde bahsettiğimiz konsepte esastan muhalif bir yaklaşıma sadece, akademisyen kimliği de olan Zeki Sarıtoprak’ın bir yazısında denk gelmek mümkün oldu. Ehl-i Sünnet İnancına Göre Mehdîlik Meselesi başlığını taşıyan ve ilmî prensiplere göre hazırlanmış intibaı veren bu yazıda Srıtoprak, Mehdî, İslâm dünyasının Şîîsiyle Sünnîsiyle yıllardır yolunu gözlediği ve gelmesi muhakkak bir şahsiyettir. O, Şeytanın hâkimiyet kurduğu bir anda gelecek, bizleri illüzyonların mahkûmu olmaktan kurtaracaktır. Peygamber (s), asırların geçmesiyle Şeytanın hâkimiyetini tesis edeceğini görmüş, Cenab-ı Hakk’ın ümmete rahmeti olmak üzere, kuvveti kudsiye sahibi bir zatı, ilâhî imdat olarak göndereceğini müjdelemiştir. Dolayısıyla gelmesi beklenen zat, gelecektir, demektedir. Lakin makalenin yanıltıcı zahir görüntüsüne bakmadan içine girildiğinde makalenin ilmî esasları gözetmekten çok; o dedi, bu dedi ve nihayet Üstad (Said Nursi) böyle dedi, artık bunun üstüne laf mı kalır demekten ibaret bir çalışma olduğu anlaşılmaktadır.
Öte yandan Cemaleddin Afgânî’ye göre mehdînin gelmesiyle alakalı Kur’an’da her hangi bir veri bulunmasa da Sünni kelâmcılar inanç ilkelerinden bahsederken eserlerinde bu konuya hiç değinmeyip yer vermemiş olsalar da konu zamanla farklılaşmıştır. Toplumun ihtiyacına binaen gerçekleşen bu durum yine toplumun faydasına döndürülmelidir. Ona göre burada tartışılması gereken asıl şey, mehdînin kim olduğu, nerede, ne zaman ortaya çıkacağı değil, ortaya çıkmasının İslâm ümmeti için doğurduğu pratik faydadır. Burada her ne olursa olsun İslâm dininin farklı yorumlarına tâbi olan insanlar arasında ortak bir inanış olarak var olan ‘mehdîlik beklentisi’ ve bunun için tüm varlığıyla beraber hayatını feda etmeye hazır bulunan bir kitlenin durumu göz ardı edilmemelidir. Afgânî’nin yorumlarından çıkan sonuca göre o sadece zor anda gelecek ya da gelmiş bir kişi değildir. Yapılması gereken bu fikrin ümmeti harekete geçirmek için bir motivasyon olarak kullanılmasıdır. Zira genel itibariyle batılı devletlerin sömürgesi durumuna gelen bu ezilen toplumlara bir çözüm bulmak icâb etmektedir.
Bir diğer ifadeyle mehdîlik fikrini dinî ve akidevî olmaktan ziyade tarihî ve sosyal bir vakıa olarak kabul etmek durumundayız, diyen Afgânî, bu inanışın sosyal katkısı, müslümanların uyanışına yapacağı fayda gibi pratik biraz da pragmatik yönü üzerinde durmaktadır. Ona göre bu algının itikâdî açıdan dinin aslında var olup olmaması, onun toplum içerisinde var olması gerçeğini ortadan kaldırmaz. Böyle bir durumda yapılması gereken onu toplumun ve nihayetinde dinin faydasına göre değerlendirmek ve kullanmaktır.
Nitekim Osmanlı coğrafyasında Mehdîlikle bağlantılı olarak yapılan çalışmaların, siyâsetin zayıfladığı dönemlerde arttığı görülmektedir. Ayrıca bu dönemlerde yapılan çalışmalarda nitelik açısından da farklılıklar bulunduğu, bu eserlerde teorik tartışmalara girildiği anlaşılmaktadır. Bu durum, mehdîliğin bir inanç veya teorik bir konu olmaktan çok, sosyo-psikolojik ve sosyo-politik bir çözüm olduğu yönünde yapılan değerlendirmeleri desteklemektedir. Osmanlıların yıkılışına denk gelen XX. yüzyılın başlarında bazılarının mehdî dediğini, bir başka grubun Deccâl olarak değerlendirmesi de, bu hususun sübjektif bir çözümleme olduğuna dâir başka bir kanıtıdır. Bu durum, tarihin diğer kesitlerinde olduğu gibi, Osmanlı halkı içinde de mehdîlik ve kurtarıcı beklentisinin sosyo-politik bir arayışın ürünü olduğuna işaret etmektedir. Nitekim mehdîliğin târihî-sosyolojik bağlantıları dikkate alındığında, Osmanlılar döneminde oldukça uzun olan târihî seyrine rağmen, mehdîlik hakkında çok fazla fikir üretilmemiş olmasını ve eser yazılmamasını anlamak zor değildir. Zira zaferden zafere, fetihten fetihe koşan bir toplum için, kurtarıcı beklentisi mâkûl bir duruş olmayacaktır.
C. Sünnî Toplumlardaki Mehdî Anlayışının Yansımaları
Sünnîlerde mehdîlik, Şîîlerde olduğu gibi, temel bir inanç konusu değildir, isabetli tespitini yapan Zeki Sarıtoprak, zira imanî meselelerin dereceleri vardır. Bazıları kat'î delil ister, bazılarında zann-ı galib kâfidir, şeklindeki ifadesinin peşinden mehdîlik inancını kastederek, o halde imanın temel esaslarından olmayan âhir zaman hadisleriyle ilgili teferruat sayılabilecek meseleler için, kat'î delil aranmaz, saptamasında bulunmaktadır. Bu saptamasının dayanaktan yoksun olması bir yana böylece mehdînin var olduğu ve geleceği inancını laf kalabalığı marifetiyle bir sabite gibi dikte etmeye çabalamaktadır. Dolayısıyla onun, mehdî meselesi daha çok imâmet konusuyla irtibatlı olmuş, bu bakımdan Ehl-i Sünnet'te fer'î bir mesele kabul edilmiştir, ifadesi anlamını yitirmektedir. Ona göre “mehdîlikle ilgili haberlerin kaynağında ihtida etmiş bazı şahsiyetlerin bulunması, hadisleri temelden reddetmeyi gerektirmez. Bazı zatların, bin seneden beri ümmetçe kabul edilmiş bir mefhumu, reddetmelerinin ciddî delilleri bizce yoktur.” İşte tam da buradan hareketle Sarıtoprak, epistemolojik bağlamda bir yere oturtulması imansız şu kanaatini ifade etmektedir: “Her zayıf veya mevzu hadisin 'manası yanlıştır', demek değildir. Hadis olduğu kesin değilse de, manası doğru olabilir.” Doğrusu rahatlıkla anlaşılacağı üzere böylesi kaygan bir zeminde her tür subjektif değerlendirmenin yapılması ve dileyenin dilediği şeyi kendince manasının doğruluğunu belirterek envâî türden inançlar ihdas etmesi mümkündür. Oysa malumu ilan kabilinden de olsa İslâm'da inanca konu olacak esaslar; manaca doğruluk prensibi değil zira bunlar kişiye göre değişebilen hususlar da olabilmektedir. Sübutu ve delaleti kesin referanslar ile ortaya konulmak durumundadır.
Esasen Sarıtoprak’ın mehdî konusundaki bütün söyleminin, talebeliğini/ müridliğini yaptığı anlaşılan Said Nursi’nin bu konudaki fikirlerini, yaptım oldu misali, temellendirmekten ibaret olduğu görülmektedir. Bilindiği üzere toplumumuzun, halk inançları düzeyinde sahip olduğu mehdî algısının çekilmiş iyi bir fotoğrafı, Said Nursi’nin eserlerinde görülmektedir. Biz de söz konusu mevzuyu, Nursi’nin yorumları üzerinden yansıtmaya çalışacağız.
Nursi’nin Mehdî yorumunu “Said Nursi’nin Risalelerinde Mehdîlik Telâkkisi” başlığıyla tez konusu halinde çalışan Derya Yörük Kesik’in ifadeleriyle devam edersek; mehdî inancını kabul eden ve bu konuda açıklamalarda bulunan Nursî’ye göre hadislerde belirtilen âhir zaman şahısları olan Deccâl, Süfyan ve Mehdî birer şahıstan ibaret olmayıp faaliyetleri geniş bir zaman dilimine dağılmış bir hareket, bir cemaattir. Zira ona göre zaman, belli bir şahsı mehdî olarak bekleme zamanı değildir. Mehdînin bu görevini onun yolundan giden, hidâyet üzere bulunan bir cemaatin üstlenmesi gerekir ki Nursî’ye göre bu görevi Ehl-i Beyt’ten oluşan Müslüman bir taife yapacaktır. Risale-i Nur talebeleri de manen Ehl-i Beyt’ten sayıldığı için onlar da bu görevi üstleneceklerdir. Böylece Nursî yazmış olduğu eserlerle mehdîye zemin hazırladığını belirtmiş olmaktadır. Yaşadığı dönemin olumsuz şartları karşısında ümitsizliğe düşen ve teselli arayan inananların imanlarını takviye etmek ve istikbal hakkında ümit var olmak gerektiğini belirten Nursî, Müslümanları bu durumdan kurtarabilecek ve onları hidâyete sevk edebilecek bir mehdî inancından bahsetmektedir.
Nursi’nin konuyla ilgili hadislere yaklaşımı, birtakım eleştirileri de beraberinde getirmiştir. Buna göre o, bazı haberlerin akla ve gerçeğe aykırı mahiyette, bazılarının da bir anlamda mevzu olduğunu söylemekle beraber bunların sahih olanlarından ayrılması konusunda her hangi bir çözüm de getirmez. Aksine o, mevzu hadislerin bulunabileceğini söylemekle beraber konuyla ilgili olarak ele aldığı bütün hadisleri reddetmeden bunları müteşâbih kabul edip te’vile tabi tutmaktadır. Böylece sıradan insanların imanını şüphelerden korumayı amaçladığını söyler. Onun bu konudaki tavrı göz önünde tutulduğunda mevzu hadisleri, nakledildiği dönemin kültürünü yansıtması açısından ele aldığını, akla aykırı olması durumunda ise te’vil ettiğini söylemek mümkündür. Ancak bu durumda bazı mevzu hadislerin dinî birer nitelik kazanacağı da bir gerçektir. Bu açıdan söz konusu hadislerin gerçekten Peygamber’e ait olup olmadığını belirleme zarureti doğmaktadır. Bu yapılmaksızın bütün haberlerin müteşâbih olduğunu söyleyerek bunları doğru kabul etmek ve akla aykırı düşenleri te’vile tâbi tutmak isabetli olmasa gerekir. Buna göre Sarıtoprak’ın da ifade ettiği gibi Mehdî, bir şahıstan ibaret değildir. Faaliyetleri geniş bir zaman dilimine dağılmış bir hareket, bir ekol ve bir cemaat olabilir. Zira hadislerde anlatıldığı üzere adaletin tesisini bir sahsın yapması mümkün değildir. Hülasa Resûlullah âhir zaman hadiseleriyle, belki de kıyâmetten önceki iki yüz senelik dönemin portresini çizmiş demektir.
Nursî’ye hem dönemin siyâset çevreleri mahkemelerde, hem de yakın talebeleri bizzat kendisinin, mehdî olup olmadığını ısrarla sormuştur. Nursî’nin, bu sorulara verdiği cevaplarda, mehdîlik hususiyetini ne tam reddettiği ne de kabul ettiği görülmektedir. Nursî, kendi şahsı adına bu iddiaları her defasında daha çok da siyâsî nedenlerle reddederken, mehdîyetin Risale-i Nur'un şahs-ı manevisine dair olduğunu belirtmiştir. O, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin mehdî olarak telâkki edilmesinin haklı bir yargı olduğunu da söylemektedir. Ancak yine de talebelerinin ekseriyeti onun bizzat Mehdî olduğundan kuşku duymazlar. Özetle söyleyecek olursak, Nursî, ‘Mehdîyet’ iddialarını şahsı adına reddeder görünmekte, ancak Risale-i Nur’un Şahs-ı Manevisi adına alenen kabul etmektedir.
Öte yandan bilindiği gibi mehdî inancı, İslâm tarihinin akışında birçok olumsuzluğun kaynağı olmuştur. Siyâsî iktidara göz diken pek çok kimse mehdî olduğu iddiasıyla ortaya çıkıp müslümanların sosyal birliğini parçalamış ve savaşlara yol açmıştır. Hareket noktası olarak ileri sürülen iddiaların aksine mehdî inancı, insanların zulme karşı eyleme geçmesini sağlamak şöyle dursun harekete geçilmesini engellemiş, kitleleri mehdîyi beklemeye itmiş, zulmü mehdî dışında birinin yok edemeyeceği düşüncesini zihinlere yerleştirmiş ve müslümanları çözümsüzlüğe sürüklemiştir. Üstelik tarih boyunca kendisini mehdî ya da Mesîh ilan eden şarlatanlardan birçoğu arkalarına dökülen insanlara dinin bazı haramlarını dahi helal kıldıklarını iddia etmişlerdir.
Diğer bir ifadeyle İslâm dünyasında özellikle buhran ve sıkıntıların arttığı dönemlerde kendilerini mehdî olarak tanıtan kişiler ortaya çıkmış, bazıları da çevresindeki insanlar tarafından mehdî ilân edilmiştir. Bu manada Horasan’da Emevîler’e karşı başlatılan hareketin liderlerinden Hâris b. Süreye, yine Horasan’da Abbâsî ihtilâlinin lideri olan ve Ebu Ca'fer el-Mansur (v.158/775) tarafından katledilen Ebu Müslim-i Horasânî (v.137/755) mehdî kabul edilmiştir. Kuzey Afrika’da Muvahhidler Devleti’nin kurucusu İbn Tûmert (v.524/1130) de 515/1121 yılında kendisinin Mağrib’de çıkması beklenen mehdî olduğunu söyleyerek davetini başlatmıştır. XVI. yüzyıl ortalarında mehdîlik iddiasıyla ortaya çıkan Şeyh Alâî, Cavnpur’da (Jaunpur) Mehdevîler adlı grubun liderliğini üstlenen Seyyid Muhammed Cavnpurî (v.910/1505), Bâbürlü Hükûmdarı Ekber Şah (v.1014/1605) devrinde Bedahşan’da ortaya çıkan Kübrevi Şeyhi Seyyid Muhammed Nurbahş (v.869/1464) ve İngiliz sömürge idaresi zamanında mehdî olduğunu iddia ederken sonraları bir tür nebî olduğunu ileri süren Mirza Gulâm Ahmed (v.1326/1908) Hindistan’da ortaya çıkan tanınmış mehdîlik iddiacılarıdır.
987/1579'da hem din hem de dünya liderliğini kendisinde birleştirmek isteyen ve Din-i İlâhî adını verdiği bir proje yürüten Ekber Şah’ın, yakınındaki âlimlerden aldığı “yanılmazlık fermânı/ fetvâsı” ile dinî otorite olduğunu ilan ederken döneminde yaygın olan mehdî beklentisinin motivasyonuyla yol almıştır. Ekber Şah’ın döneminde bölgede hicrî bin yılın bitişi ve yenisinin başlaması dolayımında ciddi bir milenyalizm (bin yılcılık/ Mehdî’nin âhir zamanda bin yıl hükmedeceği inancı) çekişmesi söz konusudur. İşte Ekber Şah hedeflediği evrensel sultanlığı adına bu sıfata (müceddid-i elf-i sânî) sahip olmaya çalışmıştır. O böylece bütün milenyalist umutların önünü almış olacağını sanmıştır.
XIX. yüzyılın sonları ile XX. yüzyıl başlarında Afrika’da sömürgeciliğe karşı çıkmak ve İslâm’ı yaymak için mehdîlik düşüncesinden faydalanan ve kimisi başarılar elde etmiş önemli hareketler görülmüştür. 1881’de Sudan'da mehdîlik iddiasında bulunan Muhammed Ahmed el-Mehdî (v.1302/1885) ile bundan kısa bir süre sonra Somali’de ortaya çıkan Muhammed b. Abdullah Hasan (v.1339/1920), mehdîliğini iddia ederek Avrupalı sömürgecilere karşı bir cihad hareketi başlatan önemli şahsiyetlerdir. Muhammed Cum'a da 1941 yılında Nijerya’da mehdîliğini ilân etmiştir.
Öte yandan çeşitli dönemlerde yapılan cefrî hesaplamalarla takipçilerini hayal kırıklığına uğratan Mehdî müjdecileri de peyda olmuştur. Meselâ eski Şîa rivâyetlerine göre mehdî On İkinci İmâm'ın gaybı ihtiyar edişinden altmış gün, altmış ay veya altmış yıl sonra, İbn Arabî’ye göre 1284’te, Yahova Şahitleri'ne göre ise Mesîh, 1975’te görünecekti. Bu arada İbn Arabî, Mevlâna, İmâm-ı Rabbânî, Said Nursî, Süleyman Hilmi Tunahan, Muhammed Râşid Erol ve Fethullah Gülen gibi şahsiyetlerin, takipçileri tarafından mehdî ilan edildikleri de yaygın malumat olarak bilinmektedir.
Günümüzde de zaman zaman mehdîlik iddiasıyla ortaya atılan şahıslara rastlanmaktadır. Bunlardan biri de, 15 Temmuz’da sadece toplumumuza değil bütün İslâm Ümmeti’ne haince bir darbe girişimiyle neticelenen Pennsylvania kaçkınının hareketi olmuştur. O da, Mehdîliğe, “kâinat imâmlığı” söylemiyle sahip çıkmış, güdümüne girdiği şer cephesinin emellerine alet olmayı da “hoş görerek” peşinden giden nice dindar insanı yanıltmış ve mağduriyetlerine sebep olmuştur. İşte böylesi durumlara yeniden müncer kalmamak adına, hem “sanal kurtarıcılık” vadiyle din diyanet üzerinden kendi emellerine ulaşmaya çalışan kimselere mani olmak ve hem de İslâm'ın geleceğini bildirdiği herhangi bir Mehdînin bulunmadığını ve her toplumun esas kurtarıcısının bizzat kendi toplumsal irâdesi olduğunu, dinî, sosyal ve iktisadî her tür huzursuzluktan kurtuluşun toplumu oluşturan bireylerin çabalarıyla mümkün olabileceğini öğrenip öğretmek adına çeşitli yollarla halkı aydınlatma faaliyetlerine başvurulmalıdır.
Zira bilge insan Aliya İzzetbegovic’in (v.1424/2003) dediği gibi şunu iyi bilmeliyiz: “Mehdi bizim tembelliğimizin adıdır.” İzzetbegovic, bunu şöyle ifade ediyor:
“İslamî toplum insanî ve doğal kaynaklarının seferber edilmesi için üzerine görev almalı ve kendine tedbirlerle çalışmayı ve hareketliliği (canlılığı) teşvik etmelidir. İslamî toplumun hayatta kalması, güçlü veya zayıf olması, çalışma ve mücadele kanununa bağlıdır ve diğer toplumlarınki ile aynıdır ve bu manada bizim toplumumuz Allah indinde herhangi bir imtiyaza sahip değildir.
Bizim açık düşünce psikolojimizden iki şeyi ortadan kaldırmak gerekir: Mucizeye inanç ve başkalarının yardımı. İnsanların çalışma ve bilgi sonucunda ürettikleri mucizeler dışında mucize yoktur. Düşmanları mucizevî yolla kovacak, fakirliği ortadan kaldıracak, refah ve aydınlığı (eğitimi) ekecek herhangi bir mehdi yoktur. Mehdi bizim tembelliğimizin adıdır veya sıkıntılar ve sorunların ağırlığı imkânlar ve mücadele vasıtalarla kıyaslanamayacak derecede büyük olduğunda, güçsüzlüğümüzden büyüyen yalancı bir umuttur.
Başkalarının yardımına güvenmek ayrı bir batıl inancın şeklidir. Belirli İslam ülkelerinde fedakâr dost veya azılı düşman aramak ve bulmak alışkanlığımız oldu ve bu durumu dış siyaset olarak isimlendirdik. Ne gerçek dost ne de hakikî düşman olmadığını anladığımız ve kendi sorunlarımız için 'düşmanın felaket planlarını' değil kendimizi suçlu gördüğümüz zaman, daha az hayal kırıklığı, sorunların azaldığı ve olgunlaşmamızın başladığı bir dönem yaşarız.”
5. Uyuşmazlıkların Giderilmesi İçin Çözüm Önerileri
Şüphesiz iyiliği emredip kötülüğe engel olma görevini yerine getiren ve dinî hayatı canlandıran her dinî- siyâsî kişi veya lider, sözlük anlamı esas olmak üzere kelimenin sözlük anlamıyla bir mehdî adayı konumundadır. Zira bu fert, toplumun içinde bulunduğu sorunlara çözüm üretmeye çalışarak bir kurtarıcılık/ Mehdî misyonu üstlenmiş demektir. Konu pekala bu perspektiften de ele alınabilir ve zaten Mehdî kavramının ıstılahlaşmaya başladığı dönemde kelimeye yüklenen anlam da bu merkezde idi. Ne var ki ilerleyen dönemde siyâsî bir muhalefet cephesi olarak başlayan ve bilahare siyâsî yapılanma, argüman ve hedeflerini itikâdî boyuta taşıyan Şîa, varlığını korumak ve kendisini tatmin amacıyla ezoterik bir hayal dünyasına dalıp akıldışı sabiteler geliştirdi. Bunlardan biri de İmâm-ı Mahfi veya Mehdî adını verdikleri bir kurtarıcı bekleme inancıydı. Esasen Mehdî inancı, Hıristiyanlık ve Yahûdîlik gibi mevcut olanlarına ilaveten o dönemde genişleyen İslâm coğrafyasına dahil olan Zerdüştlük, Hinduizm, Budizm ve Maniheizm gibi öteki gayr-ı müslim düşüncelerin hemen tamamında hazır buldukları bir felsefeydi. Dolayısıyla muhtaç oldukları söz konusu reçeteyi bu çevrelerden etkilenip ithal ederek bünyelerine adapte etmekte pek zorlanmadılar. Çünkü umut pompalayan bir reçeteye şiddetle ihtiyaçları vardı.
Mamafih bu tarz bir umuda, böylesi bir süreç yaşamayan ve bilahare adına Sünnî denilecek çevrelerde de az çok ihtiyaç görünmekteydi. Zira İslâm toplumunun genelinde şöyle veya böyle birtakım huzursuzluklar mevcuttu. Bundan olacak ki çok geçmeden, Şîa ekolünün başlattığı Mehdîlik inancını temellendirmek adına ürettiği rivâyetlerin benzerleri Sünnî cenahta da gözükmeye başladı. Her ne kadar gittikçe artan bu rivâyetlerin hemen tamamının sened zincirlerinde yine Ehl-i Şîa’dan kimseler bulunuyor idiyse de sonuçta bunların muhtevasını kabule müheyya bir kesim de vardı. Bu kesim Ehl-i Hadis denen çevreydi. Kendilerine özgü bir bilgi felsefesi ve din-dünya tasavvuruna da sahip olan Ehl-i Hadis, rivâyet kültürünü esas almış ve adeta önünde “an fulan” tarzında bir ifade bulunan hemen her manaya eyvallah diyecek bir yaklaşıma sahip olmuştu. Aslında onlar, ileri düzey bir ideolojik duruşla kendi çevrelerinden olmayanı kolay kolay tezkiye etmeyen, tezkiye etmediklerine de ambargo koyan bir duruş sahibi olmalarına rağmen yine de bu amaçla geliştirdikleri sistemin kaçakları olabiliyordu. Göründüğü kadarıyla Mehdî konusuna dair rivâyetlerin senedlerinde de böylesi bir durum söz konusu olmuştu. Aralarındaki Şîî tandanslı râvîler artık takiyye yaparak mı bilinmez, kendi esas inançlarına dair birtakım rivâyetleri de bu zümre arasında yaymıştı.
Ehl-i Hadis, İslâm toplumunun öteki unsurlarıyla uzun süren çekişme ve dalaşmalarının neticesinde toplumda kendi düşünsel hakimiyetlerini kurmayı ve haber teorilerini öteki ilim dallarına kabul ettirmeyi başarmışlardı. Çünkü onlar meşruiyet ve avantajlarını Resûlullah’tan yaptıkları paylaşımlarla sağlıyorlardı. Mahiyeti ne ve nasıl olursa olsun paylaştıklarını kabul etmeyenleri ve inançlarını, kendilerinin belirlediği çerçeveye uydurmayanları, Peygamber’i inkar etmekle itham etmeleri pekala mümkün bir durumdu. Bu ise hakikaten ağır bir töhmet demekti. Dolayısıyla konumuz özelinde konuşacak olursak Mehdî hadislerine ait muhteva böylece, istisnalar bir yana kelâmcılar hariç Ehl-i Sünnet havzasının tamamınca benimsendi. Kelâmcılar ise genelde konuya eserlerinde yer vermemekle yetindiler. Doğrusu başka çare de yoktu. Zira Ehl-i Hadis’in kendilerine yönelik sürdürdükleri aleyhte propagandalar, onlara başka seçenek de bırakmamış gibiydi. Zira onların, böylesi propagandalar sonucu toplum ve özellikle de yazılanlara esas muhatap kitlesi demeye gelen halk nezdindeki itibar ve meşruiyetleri sayılır ki sıfırlarda geziniyordu.
Ehl-i Hadise bu konuda en büyük destek tasavvufi çevrelerden gelmişti. Aslında onlar da muhaddisler gibi toplumun öteki kesimleriyle uzun süren didişmelerden sonra tabir caizse bir zafer elde etmişlerdi. Sûfîlerin de sahip oldukları bilgi felsefesi ve din-dünya algıları kendilerini bir duruş sahibi kılmış ve haklı sebeplerden de olsa bu duruşa itirazı olanları Peygamber’e, O’nun ahlak, edeb ve takvasına muhalif olmak ve bunları gözetmemekle suçluyorlardı. Bu ise İslâm toplumunda kimsenin tahammül edebileceği ithamlar değildi. Anlaşılacağı üzere Ehl-i Hadis, Peygamber’e nisbet edilenlere (rivâyetlere); sûfîler ise takva vs. ahlak dünyasına tekel koymuşlardı. Toplumun geçirdiği aşamalara bağlı olarak oluşan gruplardan birileri olmasına rağmen kendilerini merkeze almış kendileri gibi düşünmeyen, ifade edip yazmayan ve yanlarında bulunmayan hemen herkesi itibarsızlaştırmayı adeta prensip edinmiş durumdaydılar. İlerleyen zamanda tasavvuf çevreleri daha mahir davranmış ve kendilerine göre şekillendirdikleri malzemelerini sahiplendikleri Ehl-i Hadis dahil toplumun neredeyse bütün kesimlerine söz dinletir bir hale gelmiş oldular.
Zamanla gelişen bir diğer durum olarak da sufiler, Ehl-i Hadise nazaran Şîa’ya “en uzak- en yakın” misali muhalif olarak görünüp bütün bir paradigma olarak onlarla aynı sisteme sahip olmak gibi bir pozisyona sahiplerdi. Aslında içinde bulunulan siyâsî hinterlandın dayatmasından mütevellit bir ayrılığın yani muhalif/ alternatif olmanın dolayısıyla da isim ve nispetlerdeki değişikliğin dışında Şîîler ile Sûfîler algı ve anlayışta biri ötekinin sinonimi olacak kadar yakındılar birbirlerine. Bu yüzden de mehdî konusunda sûfîler, Ehl-i Hadise kıyasla daha rahat davrandılar ve bazı teknik detayların dışında Şîa’nın bu konuda geliştirdiği teoriyi olduğu gibi sahipleniverdiler. İşte bugün toplumumuzda Mehdî hakkında ilmî verilere dayanmayan yaygın inanışın kaynağında Ehl-i Hadisin başlatıp sûfîlerin pekiştirdiği Şîî anlayışın kötü bir kopyesi bulunmaktadır.
Nitekim gelinen son aşamada yani günümüzde de Tasavvuf erbabı, mehdîlik meselesini Şîa paralelinde izah etmekte ve böylece Şîîlik ve Tasavvuf, dünyanın sonunda ortaya çıkarak Allah’ı tanımayanların karşısına dikileceği, dünyayı saadetle dolduracağı ve kendi meşreplerinin hakimiyetini kuracağı inançlarına yer veren mehdî beklentilerinin gelişip kurumsallaşmasına en uygun ortamı oluşturmaya devam etmektedirler.
Oysaki yukarıda belirttiğimiz gibi kelâm kitaplarında hemen hiç yer verilmeyen Mehdîden ilk mutasavvıflar ve ilk Şîîler de bahsetmezler. Sünnî kültürde sadece Tirmizî, Ebu Davud, Bezzâr, İbn Mace, Hâkim, Taberânî, Ebu Ya'la el-Mevsılî ve benzeri hadis kitapları, Mehdîye dair 24 hadis rivâyet etmişlerdir. Fakat bu 24 rivâyetin 10’unda Mehdî ismi geçmemekte, daha doğrusu bazılarında yine Asr-ı Saadet'e yakın bir zamanda bozulan duruma yeniden düzen vermek için bir zatın geleceğinden bahsedilmektedir. Ancak gerek bunlar ve gerekse diğer rivâyetlerin tamamı râvîleri yönünden ma'lüldürler. Üstelik sened cihetinden garib de görülen bu rivâyetlerin râvîlerinin çoğundan teşeyyu' kokusu gelmektedir. Nitekim İmâm-ı Mahfi veya Mehdî üzerinde daha çok duranlar bunlar olmuştur.
Konuyla ilgili olarak aktarılan her rivâyetin en az bir râvîsi hakkında problemin bulunduğu ve dolayısıyla Ehl-i Sünnetin geliştirdiği usul-i hadis prensiplerine göre sened yönünden bile kat'iliği söz konusu edilemeyen Mehdîliğe dair bu rivâyetlerin bir inanç esası oluşturmasına yetmediği ortadadır. Ayrıca zikredilen rivâyetlerden bazılarının ilk siyâsî hizipleşmelerle yakın ilgisi ve bu dönemlerde cereyan eden olayları tasvir biçimi de gözden uzak tutulmamalıdır. Kaldı ki İslâm insanların doğuştan bir üstünlük sahibi olmadıklarını bildirmektedir. Mehdî denilen ise netice itibariyle adil bir halife olacaktır. Ne var ki burada statü, yaygın anlayışa göre Peygamber'in soyuna tahsis edilmiştir. Binaenaleyh halife (devlet başkanı) tayininin ümmetin işi olduğu görüşünde olan Ehl-i Sünnet anlayışı ile Mehdî ile ilgili rivâyetlerdeki muhtevanın bağdaştırılabilmesi mümkün gözükmemektedir.
Bu itibarla yegâne kaynağının Şîî olması muhtemel râvîlerce paylaşılmış ve bu nedenle kendi siyâsî tercih ve sosyolojik pozisyonlarına binaen uydurulmuş olması kuvvetle muhtemel rivâyetlere dayanan Mehdîlik inancı hakkında sağlıklı bir değerlendirme yapmak ve toplumumuzdaki ilim ehli ile halk dindarlığında gözüken uyuşmazlığı bertaraf etmek adına bir çözüm üretmek için konuya buradan başlamanın mümkün olduğunu düşünüyoruz.
Tarihin çeşitli dönemlerinde ve çok yakın tarihimizde bu inanç üzerinden kaos çıkarıp bir takım sonuçlara ulaşmak isteyen ve esasen gelecekte de bu tür kalkışmalara tevessül edebilecek kimselerin de kullanmasına müsait gibi duran Mehdî inancı kendi haline terk edilemez. Bu konu esas muhatap olarak halk kabul edilmek ve onların anlayarak kavrayıp ikna olabilecekleri surette ele alınması ve mevzuya ilişkin ilim dilinin halk diline dönüştürülmesi bir zarurettir.
Bu bağlamda başta Mehdîlik inancının, Şîa’nın ilk dönemlerdeki siyâsî muhalefetlerinin süreç içerisinde geçirdiği aşamalar neticesinde kendilerini tatmin ve teskin amacıyla çevreden toplayarak geliştirdikleri bir fikir olduğunu, onların bu fikirlerine sahip bazı râvîlerin bunu Sünnî çevrelere de bulaştırdıklarını ve bu nedenle söz konusu inancın toplumumuzda bahsedilen backgroundu atlanarak (bilinip anlaşılmadan) kabul gördüğünü, oysa bunu benimsemenin belirtilen fikirleri pazarlayanların ekmeklerine yağ sürmek olacağını ortaya koymak icâb etmektedir. Elbette bunu, fikrin esas sahiplerini (Şîa’yı) kötüleyip karalamadan yapmak esas olmalıdır. Her ne kadar (artık haklı haksız tartışmaları bir yana) siyâsî muhalif duruştan sonra bunu akîde alanına taşıyarak ümmette bir bölücülüğe (fırkalaşmaya) yol açmış ve peşinden rakiplerinin vücûd bulmasına sebep olmuş olsalar da sonuçta biz kendi dünyamıza mensup bu insanlara da benimseteceğimiz bir ümmet bütünlüğü sağlamak durumundayız. Kaş yapayım derken göz çıkarmak demeye gelecek farklı duruşlar ümmet birliğine halel getirecektir. Ancak bu bilinçle sahip ve faillerine takılmadan Elçi (s) örnekliğinde şekillenen Kur'an merkezli bir düşünce dünyası kurmak ve bunun anlaşılıp kabulü yönünde davranmak temel esprisiyle hareket edilirse geleceğimizi sağlıklı bir zemine inşa etmiş olabileceğiz. Kaldı ki Mehdî inancını tashih etmedeki temel güdü de bu olsa gerektir.
Belirttiğimiz çerçevede Şîa’nın kendine özel koşullarda icad ettiği Mehdî inancının yakın tarihte başımıza açtığı gailede olduğu gibi peşinden birtakım sorunlar tevlid ettiğini dolayısıyla bunu masaya yatırmak icâb ettiğini, temellerine bakmak ve şayet sağlıklı, güvenilir dayanaklardan yoksun ise bunu açıklamak gerektiğini ifade etmek mümkündür. Bu arada hadis diye kaynaklarımıza yerleşmiş olan bir kısım ifadelerin şu veya bu sebeple Resûlullah’a ait olmayabileceğini ve O’na (s) ait olmayan sözlerin reddedilmesinin Peygamber’e saygısızlık, itiraz ve O’nu reddetmek demeye gelmediğini, bütün hadis usulünün O’na (s) nisbet edilenleri ayıklama ilmî olduğunu ve nitekim kendisinin de adına söz uydurulmuş olabileceğinden yana bizi uyardığını belirtmek gerekmektedir. Şüphesiz burada kaynaklarımızda reddi gerektiren bu tarz konuların varlığının, onların kıymetlerini düşürmeyeceğini keza amacın Peygamber’e (s) mesafe konulması ya da itiraz edilmesi olmadığını; sıradan müslümanın ürkütüp korkmasına sebebiyet vermeden, kendisinin dindarlığına halel gelmeyeceğinin güveni verilerek davranılması esas olmalı ve bahis konusu müslümanın kendisini inanç ve dindarlık anlamında emniyette hissetmesinin ehemmiyeti göz ardı edilmemelidir.
Bütün bu çabaların halk dilinde ifade edilip anlatılmasının yolunun bulunup böylece ilmî/ akademik çalışmaların toplumun bilgi kaynakları haline getirilmesi de sağlanarak yürütülmesi önemlidir. Esasen halk diline, Kur'an'ın da benimsediği bir aktarım aracı olması hasebiyle özellikle böylesi konularda sık sık başvurulması gerektiğini hatırlamak da icâb etmektedir.
Şüphesiz kelâmcıların yaptığı gibi hiç değinmeden konuyu unutmaya terk ederek veya hiç haberdar etmeden halletmek de mümkündür. Lakin konunun siyâsal ve suiistimal boyutunun da olması beraberinde kontrolünü de gerektirmektedir. Bu itibarla hem sadece Mehdî konusuyla sınırlamadan aynı zamanda ilişkili olduğu belirtilen mesela Deccâl ve nüzûl-ı İsâ konularını da beraberinde değerlendirerek bunların amentüye dahil olmadıklarını çünkü inancı gerektiren sabitlik ve kesinlikte delillere sahip olmadıklarını binaenaleyh farklı yorumları mümkün olduğundan bunların anlaşılma biçimlerine tekel koymanın doğru olmadığı ilim, hilim, sabır ve hikmetle anlatmasının yolunu bulmak gerektir.
Bilindiği gibi Mehdîyle alakalı olarak Kur'an'dan yorumla ilişkilendirilen metinlerden ziyade rivâyetlerle temellendirilen ve günündendir tartışmalara konu olan nüzûl-ı İsâ mevzusu da Mehdî meselesindeki gibi farklı kültürlerle etkileşim sonucu tesis edilen bir inançtır. Orada da daha çok rivîyetlere dayanılarak bir inanç oluşturulduğu görünmektedir. Yeni bir ifade ile İsâ alehisselamın tabiî bir ölümle öldüğü, rûhlu-bedenli olarak İlâhî huzura yükseltilmediği ve dolayısıyla kıyâmetten önce dünyaya bir insan olarak inmesinin mümkün olmadığı hususu doğrudur. Nitekim haber-i vâhid (âhâd haber) ile âkide te'sis edilmeyeceği bilgisinin temel bir inanç kuralı olduğu izahtan varestedir. Tedvin döneminde Hıristiyan kültürüyle karşılaşmanın bir sonucu olarak nüzûl-i İsâ inancının İslâm akaidine girmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Zira İsâ’nın (a) insanların aslî günahını affettirmek için kendini feda ettiği ve Tanrı hükümranlığını kurmak üzere dünyaya yeniden döneceği inancının Hıristiyanlara ait bir akîde olduğu malumdur.
Esasen Mehdî inancının temelleri kabul edilen rivâyetlerin geçersizliği ve bu inancın Şîa’dan transfer edildiği ortaya konulduktan sonra onunla irtibatlı olarak gündeme sokulan Deccâl ve nüzûl-ı İsâ inancının da birtakım problemleri ihtiva edeceği kendiliğinden zahir olacağı açıktır. Zira bu üç başlık kendi aralarında birer sacayağı mesabesindedirler. Bunların kendi aralarında oluşturdukları ilişki ve irtibat, birbirlerine yönelik faaliyetleri bir kombinezon oluşturmakta ve dolayısıyla bunlardan biri devreden düştüğünde ötekilerinin de doğal olarak sarsılacağı veya aynı akıbete maruz kalacağı izahtan varestedir. Binaenaleyh bahsi geçen bu üç konunun da birlikte değerlendirilmesinde fayda mülahaza etmekteyiz. Ancak bunun mutlaka ilim ve metanet ile bir düzen içerisinde muhatap kitlede itminan sağlayan bir usul çerçevesinde yapılması esas olmalıdır.
Bu manada genel halk eğitiminin önemli noktalarından ve dindar çevrelerin çocuklarını gönderdiği kurumlardan biri olarak İmâm Hatip Liselerinde okutulan Akaid ve Kelâm ders kitabında Mehdî konusunun ele alınış ve ifade ediliş biçiminin bu teklifimizi karşılayan bir teşebbüs olarak görülmesi mümkündür. Kitabın ilk baskılarından itibaren mevzuya hem daha az bir yer verildiği ve hem de dikte ettirmeyen bir üslubun kullanıldığı görülmektedir: “Mehdi: Kıyâmete yakın bir zamanda zulüm ve kötülüğü ortadan kaldırıp adaleti ve İslâm'ı hakim kılacağı öne sürülen kişi. Kur'an-ı Kerim’de Mehdî ile ilgili bir ayet yoktur. Buhari ve Müslim gibi güvenilir hadis kaynaklarında da Mehdî ile ilgili bir hadise rastlanmamıştır. Bu iki eserin dışındaki hadis kaynaklarında Mehdî ile ilgili rivâyetler vardır.”
Sonuç
Risâlet döneminden sonra yaşanan bazı siyâsî ve sosyal sorunlar nedeniyle toplumun belli bir kesimince farklı kültürlerden etkilenmek suretiyle bir çözüm amacıyla geliştirilen mehdî/ kurtarıcı inancı, zamanla üretilen birtakım rivâyetlerle de desteklenince toplumun öteki (Sünnî) kesimlerine de sirayet etmiş oldu. Bu inanç her ne kadar yaşanan fiili huzursuzluklara cevaben geliştirildiyse de ilerleyen zamanda ertelenmiş bir umuda ve hatta toplumların tembellik ve ataletlerinin bir kalkanı haline de dönüştü. Ancak konu burada da kalmadı süreç içerisinde bu inancı kullanarak kendi emellerine ulaşmaya çalışan kimselere/ gruplara şahit olundu. Bunlar samimi dindar kimselerin aktivasyonlarını ve inanca dönüşmüş kurtarıcı beklentilerini kullanarak ifsad edici hedeflerine kurban ettiler.
Buradan hareketle Mehdîliği sadece bir asayiş sorunu halinde görmeden -çünkü böyle görülmesi, doğurabileceği sorunları gidermek için yeterli olmayabilecektir- en kesin çözüm olarak arkasındaki bilgi ve belgelerin mahiyetini ortaya koymak ve söz konusu düşünceyi taşıyanları ikna edip onlara güvenli bir limana yanaştıklarının duygusunu vermek suretiyle mümkün olacaktır. Bu ise öncelikle kaynaklarda hadis diye nakledilen ve en güçlü delil olarak gösterilen rivâyetlerin mahiyet ve hikâyesini tespit etmeyi gerektirir. Ortaya konulacak sonuçlarla bu inancı piyasaya sürenlerin de hedeflediği en geniş muhatap kitlesi olan halkın aydınlatılması mümkün olacaktır. Değilse kişi veya kişilerin, Mehdî diye algıladığı şahsın peşine takılarak Hasan Sabbâh’ın fedailerine dönüşmesi her zaman mümkün olabilecektir.
Burada samimi duygularla dini değerlerine sahip çıkmaya çalışan halkın bu konularda eğitilmesi ve aydınlatılması önemle gerekmektedir. Bu yapılırken muhatap kitleye güven verilerek söz konusu kanaatlerinin değişmesi durumunda bunun dindarlıklarına bir halel getirmeyeceği konusunda itminan sağlanmalıdır. Binaenaleyh sırf masa başı ilmî çalışmaların toplumsal sorunları çözmeye yetmeyeceğini aynı zamanda bu çalışmalarla ortaya konulan belgelerin toplumun/ halkın bilgi kaynakları haline dönüştürülmesi de gerekmektedir. Nitekim ancak böylece geçmişten bu yanadır şahidi olduğumuz ilmî çalışmaların tozlu raflara terkedilip bu niteliği taşımayan, bilimsellikten uzak ve dolayısıyla kaynak değer taşımayan eserlerin halk dindarlığını oluşturmasının önüne geçmiş ve ilmî temellere dayalı olması gereken inançlar ile ortam bilgisiyle çalakalem yazılan eserlerin ortaya koyduğu inançlar arasındaki uyuşmazlığı da gidermiş olabileceğiz. Bilindiği gibi bu uyuşmazlık münhasıran konumuz olan Mehdîlik inancıyla sınırlı kalmamış, Allah, peygamber, kitap, dünya ve âhiret tasavvurlarından Mehdîlikle doğrudan ilişkili nüzûl-ı İsâ ve Deccâl ile diğer birçok konuyu da şamildir. Mamafih böyle devam etmesi durumunda bunun daha da kapsamlı hale geleceği ve toplumsal olarak dinlerin dejenerasyonu ile müncer kalınan sonuçlara maruz kalacağımız endişesi söz konusudur.
Bu itibarla toplum huzur ve selametine zararlı sosyal bir harekete dönüşmesi mümkün olabilen Mehdîlik inancı gibi problematik boyutları da olan konularda tutarlılık ilkesi gereği ve kalıcı çözümler alabilmek adına, münhasıran bunu kullanan kişi veya çevrelere karşı değil aksine mevzuyu kökten halledebilmek için benzeri düşüncelere sahip kimselerin de teşebbüslerine mani olabilmeyi sağlamak adına tedbirler alınmalıdır. Şüphesiz bu tedbirler aynı zamanda insanların toplum ihya ve inşasında aktif birer birey olmalarına mani olabilecek ve bu yöndeki sorumluluklarını ertelemelerine vesile olabilecek hususları önlemeyi de içermek durumundadır.
Bu hususlarda sorumluluğu Diyanet gibi resmi organlara terk etmeden ve fakat onların da lojistik destekleriyle beraber ilim sahibi, toplumda itibar gören herkesin çaba göstermesi gerekmektedir. Değilse beraberinde her zaman ciddi bir takiyyeciliği de barındıran Mehdîciliğe karşı alınacak tedbirlerin kafi gelmesi olanaksızdır.
Toplumu oluşturan fertlerin bilinç düzeylerinin artmasına paralel hikâyeci/ hurafeci din algısı terkedilecek ve değişik din ve kültürlerde değişik adlarla anılan ve kurtuluşun kendisiyle sağlanacağı düşünülen mehdî inancının Allah’a, Peygamber’e imân gibi dinin temel inanç esasları arasında yer almadığı anlaşılmış olacaktır. Nitekim bilineceği üzere İslâm inancına göre hiçbir birey veya tüzel kişiliğin Allah katında özel bir statüsü yoktur. Bu bağlamda ne müceddid veya imâmdan, ne velî/ evliya makamından ne de mehdî ya da Mesîhçi beklentiden söz etmek mümkündür.
Nihayet unutulmamalıdır ki Mehdî inancı, bir tembelliğin adıdır veya sıkıntı ve sorunların ağırlığı, imkân ve mücadele gibi vasıtalarla kıyaslanamayacak kadar büyük olduğunda, güçsüzlükten büyüyen bir nevi yalancı umuttur. Esasen Kur’an, kişilerin hidâyet önderi olma devrini kapatmış, ilkeleri öne geçirmiştir, ilkelerin kaynağı ise Kur’an’dır. O halde, Kur’an’ın gelişinden sonra mehdî beklemek, ancak Kur’an’ı yetersiz ilan etmekle mümkündür. Resûlullah (s) örnekliğinde yaşanan Kur’an’ı yeterli bulanlar için başka bir mehdîye zinhar ihtiyaç yoktur.
Not: Bu yazının temellendirilmiş (dipnotlandırılmış kaynaklı) Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi (www.sosyalarastirmalar.com), Cilt: 10, Sayı: 51, Ağustos 2017, sayfa: 1209- 1233’de yayınlandı.
Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —