SABRİ YALÇINKAYA


MERASİM

MERASİM


MERASİM

            Anadolu isminin kaynağı ile ilgili bizzat Anadolu’da şu söylenti yaygındır: Bir askeri birlik sefer dönüşü susuzluktan kırılma noktasına gelir. Kırmızı Ebe adındaki yaşlı kadın, onlara bir bakraç ayran götürür. Hepsi kana kana içer. Sonra mataralarını doldururlar. Kırmızı Ebe hala askerlerin mataralarını ısrarla doldurmak ister. Askerler: “Ana dolu, Anadolu, Anadolu” der. Askerlerin bu hitabından ‘’Anadolu’’ isminin doğduğu rivayet edilir. Başka bir görüşe göre; Yunanca ’da “Anatolia” doğu demektir.  Anadolu ismi buradan gelmektedir.

            Dünyanın incisi olan Anadolu ile özdeşleşen ve ona çok yakışan tanım, bence tek kelimede ifadesini bulmuştur: “VATAN”  evet, Anadolu vatan demektir.       

Eski çağlardan beri, bu bereketli topraklar boş durmamış. Birçok medeniyet burada neşet etmiştir: Hititler, Frigyalılar, Lidyalılar, Urartular, İyonyalılar, Grekler, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti.

            Görüldüğü gibi Hazreti Âdemin çocukları, Anadolu’ya sahip olmak için devamlı mücadele etmişler savaşmışlardır. Ne var ki sadece güçlü olanlar burada tutunabilmişlerdir.

            Malazgirt’in Alyar köyü yıl 1960’ların sonu, Ağustos ayı, hayat bütün hareketliliği ile devam ediyor. Köylüler bütün ot ve yoncalarını biçip taşımışlardı. Sıra buğday ve arpa hasadında, harman yerleri dolmuş, öküzlerin çektiği dövenler sabırla dönüp duruyordu. Koyunlar, kuzular, sığırlar ve kümes hayvanları hayata hoş bir renk katıyordu.

            Yarın merasime gidilecek. 1071 Malazgirt Zaferinin yıldönümü kutlamaları, 26 Ağustos’ta yapılmakta, buna kısaca “Merasim” denmektedir. Merasime ilk defa gidecek olmanın heyecanıyla o gece kıvrıla kıvrıla uyudum. Daha güneş doğmadan kafile ayaklandı. Malazgirt’e bizim traktörümüzle gidilecek. Bu ayrı bir heyecan konusunu teşkil ediyordu. Çünkü köyün tek traktörü hatta bütün Malazgirt köylerindeki toplam üç traktörden biri ile gideceğiz.

            O zamanlar traktörlerde akü henüz kullanılmadığı için aracın ön tarafındaki deliğe; Z şeklindeki demiri yerleştirip onu hızlıca çevirdiler, bir daha bir daha, motor egzozdan siyah bir duman çıkararak çalışmaya başladı. Hepimiz römorktaki yerlerimizi aldık. İstikamet on dokuz kilometre uzaklıktaki Malazgirt.

            Yer yer engebeli olan yolda sarsıla sarsıla ilerliyoruz. Bizimle aynı yöne giden kağnı arabaları, yayalar, atlılar vardı. Belli ki onlarda merasime gidiyorlardı. Genellikle durup yayaları alıyorduk. Bir kağnı arabası, her tekerlek dönüşünde, sürtünme nedeniyle;  “Çııır, çııır” diye ses çıkarıyordu. Arabada oturan yaşlı adam, gence seslendi: “Oğlum, sabunlukta sabun var, tekerlek bağlantı ağacına sür. Sür ki şu ses kesilsin!”

            Sarı renkli traktörümüz, sarı bir ejderha gibi, onca yükü rahatça çekiyor. Bana mısın demiyor. Yoldakiler bize gıpta ile bakıyorlardı. Taş Gölü denen yerde, bir müddet Murat Nehri’nin bir kolu bize eşlik ediyor. Hala çevre felaketinin yaşanmamış olduğu bu güzelim yerde; toylar, turnalar, balıkçı kuşları arzı endam ediyorlardı.

            Barışan Ovası’nda, cetvelle çizilmiş gibi dümdüz duran Rus Yolu’na girdik. Seferberlik zamanı, yani 1. Dünya Savaşı’nın en sıkıntılı vaktinde, Osmanlı Devleti’nin doğu cephesinde nizami ordusu kalmamıştır. Rus ordusu meydanı boş bulup, Ağrı Tutak tarafından güneye doğru ilerlemiş. Aşiretler düşmanı durdurmak için mücadele etmişler. Birçok şehit verilmiş. Düşman yavaşlatılmış ancak durdurulamamış. Halk acele ve tedbirsiz bir şekilde, güneye doğru kaçarak göç etmeye başlamış. Kayıp olanları mı dersiniz, açlıktan ölenleri mi dersiniz… Çok acılar yaşanmış. Muhacirlik denen bu olay, Milletin hafızasında derin izler bırakmıştır. Rus ordusu, böylece ta Bitlis’in çıkışındaki Delikli Taş’a kadar ilerlemiş.

            Ruslar, anlaşılan Anadolu’da kendilerine kalıcı gözü ile baktıklarından; İşgalle birlikte demiryolu inşasına başlamışlar. Yolun köyümüz ile Malazgirt arası olan kısmında, toprak tesviyesi yapılmış. Allahtan düşmanın niyeti gerçekleşmemiş! Bu yolda tozu dumana katarak ilerliyoruz. Dümdüz tarla ve çayırları geçip, yoldaki; kâh serçe, kâh sığırcık sürülerini panikleterek, Barışan Nehrinin köprüsüne varıyoruz. Derken biraz sonra Malazgirt merasim alanındayız. Mahşeri bir kalabalık vardı.

            Merasim alanının çevresinde yerimizi aldık. Yedi sekiz çocuk hep bir aradaydık. Büyükler; ”Sakın gruptan ayrılmayın, yoksa kaybolursunuz.”  diye ikazda bulunuyorlardı. Boş alanın çevresi insanlarla dolu, seyyar satıcılar bağırıp dolaşarak bir şeyler satmaya çalışıyorlardı.

            ––Bu şişelerdeki şey nedir?

            ––Bunun adı gazozdur.

            ––Ne yani, ne işe yarar?

            –– Bir tür içecektir. Güzeldir, bence birer tane deneyin.

            ––Evet, merak ettim. Hadi birer tane içelim.

            Satıcı elindeki yassı ve delikli demirle, pat diye şişe kapağını açtı. Kapak yerde yuvarlanarak gözden kayboldu. Şişeyi bana uzattı.  Sıra arkadaşlarımda. Şişemden bir yudum aldım. Bu da ne? Kabarcıklar çıkararak adeta ağzımda kaynıyordu. Arkadaşlarım da aynı durumdalar, birbirimize bakarak gülüyoruz. Bizim için bir eğlence nedeni olmuştu. Bir yudum, bir yudum daha derken gazoz içmeyi öğreniyorduk.

            Uzaktan üstü kapalı bir yer gözüme ilişti. Orda bulunanlar sandalyelere oturmuşlardı. Alparslan’ın bezden yapılmış büyük bir resmi, rüzgârda hafif hafif sallanıyordu. Savaş elbiseleri içinde, atına binmiş, elinde ise bir gürz vardı. Yüksek bir ses! Biri konuşuyordu.  Sesi bütün meydana yayılıyor, yaldızlı sözlerle Malazgirt Savaşı’nı anlatıyordu.

            ––Bunun sesi ne kadar da yüksek, nasıl böyle konuşabiliyor?

            ––Hoparlörle konuşuyor.

––Ne yani, tam anlayamadım?

–– Hoparlör elektrikle çalışan bir alettir. Sesi yükseltiyor. Sen de hoparlörle konuşsan buradakilerin hepsi sesini duyar.

            ––­­Vay be çok ilginç!

            Başka biri, davudi bir ses tonuyla şiir okuyordu. Üstü açık bir askeri cip üstünde üç kişi ayakta alanı dolaşıp, Millete selam veriyorlar. Biz de onlara el salladık. Birçok asker içtima halinde geçiyorlar. Nasıl bu kadar uyumlu hareket edebiliyorlardı? Hepsi de adeta çakı gibiydi. Silahlı askeri araçlar homurdanarak onları takip ediyordu. Uçak sesleri giderek yaklaşıyor! Alanın üstünden geçiyorlardı. Hiç bu kadar yakından uçak görmemiştim.

            Arkadaşımın babası yedi sekiz tane somun ekmeği ve bir kutu şehir helvasını getirip bize verdi. Acıkmışız, şehrin farklı yiyeceklerini, merakla ve iştahla mideye indirdik.

            Tören alanına birçok atlı girdi. Cirit denilen oyunu oynamaya başlayacaklar. Hareketleniyorlar, birbirlerini kovalayıp, ellerindeki sopaları hasımlarına fırlatıyorlardı. Çok çevik ve kıvrak olan hareketleri beğeni topluyordu. Adeta atları ile bütünleşmişlerdi. Başarılı biri vardı ki; hayal dünyamda Alparslan olarak yer aldı. Hayal ile gerçek arasındaydım.  Alparslan beyaz elbiseleri içinde, kuyruğu bağlı atına binmiş, elinde gürzü, düşmana saldırıyordu. Ben de sanki başka bir atın üstünde, ona yardım ediyordum. Bu efsunlu âlemde aramızda duygusal bir bağ oluştu. Hükümdar, sanki dayımmış veya amcammış hissine kapılıyordum. Çocuk ruhum, meftun olduğum hak ordusunun bir neferi olarak kahramanlık yapıyordu. Cirit oyunu bitiyor, atlılar alkışlar arasında alanı terk ediyorlardı.

            Törenin bittiği anonsu yapıldı. Arkadaşlarım, köylülerim, aramıza yeni katılan birçok başka köylü, cümbür cemaat traktöre bindik. Şeker torbaları, gazyağı tenekeleri ve başkaca nice eşyalar römorka konmuştu. Sarı ejderha meraklı bakışlar altında yola koyuldu. Yeni yol arkadaşlarımızın hatırına bu sefer, sıralı köylere uğrayarak yolumuza devam ediyorduk. Dolabaş köyünde Dolabaşlılar, Hasuna köyünde Hasunalılar indiler.

            İstikamet köyümüz, merasimden o kadar etkilenmişim ki tekrar tekrar hayallere daldım. Acaba Malazgirt Savaşı’nda, bizim köylüler İslam ordusuna yardım ettiler mi? Buna ne şüphe, gayreti elden bırakırlar mı, elbette aslanlar gibi yardım etmişlerdir. Acaba Alparslan’ın ordusu köyümüze uğramış mıdır? Şayet uğradılarsa Kırmızı ebenin yaptığı gibi, kendilerine ayran içirilmiş midir? Elbette bu cömert köyde nice elleri öpülesi anneler var ki, askerlere; “Ana dolu, Anadolu, Anadolu” dedirtmişlerdir.

            Nihayet köyün söğüt ağaçları uzaktan göründü. Akşam olmak üzere, traktör evin önünde yarım ay şeklinde dönerek durdu. Çevremizde toplanan köylülerin güleç bakışları altında araçtan inmeye başladık. Uzak köylerden gelmiş olanlar, yola devam etmeye yeltendiler. Bizimkiler hiç bırakırlar mı? Yabancılar, köylüler arasında paylaştırılıyor. Bu gece misafir kalıp, sabah yayan olarak yola revan olacaklar.

            Annem beni toza banmış bir halde görünce, dayanamayıp elimden tutu. Tandır evine götürdü. Tandırın dibinde bulunan bir teneke sıcak suyu çıkardı. Temiz elbiselerimi de getirip ekmek teknesinin üstüne bıraktı. Tandır evinin bir köşesinde zemin hizasında duvara bir boru takılmış. Su o boru vasıtasıyla dışarı tahliye oluyor. Biz o köşeyi banyo olarak kullanıyorduk. Zevkle yıkanıyorum, banyo bana ilaç gibi geliyor. Evdeyim, kardeşlerim merakla merasimi soruyorlar. Malazgirt’i heyecanla anlatıyorum.

            Yorgun argın yatakta mayışmış ama henüz uyumamışken, hoparlörde dinlemiş olduğum ses hala kulaklarımda yankılanmaktaydı: “Anadolu; iklimi, coğrafyası, topraklarındaki bereketi, dünyadaki konumu itibariyle adeta özene bezene yaratılmıştır. Anadolu’nun mayası temizdir, iyiliklerle doludur. Bu nedenle sıkıntıya duçar olanlar, ona sığınmışlar. O bütün mazlumları bağrına basmıştır. Avrupa’nın baskısından kaçıp Akdeniz’de gemiler içinde çaresiz kalan Museviler, Balkanlardan, orta doğudan, kuzeyden, güneyden, hâsıla dört bir yandan gelenler şefkatle karşılanmışlar.  Anadolu hepsine Ensar olmuş. İyiki öyle olmuş, bu kıvancı bize yaşatmış.

            Sen güçlü ol Anadolu! Sen güçlü ol ki; adalet, hak, hukuk, bereket, iyilikler gelsin. Sen güçlü ol ki; savaşlar, katliamlar, haksızlıklar son bulsun. Anadolu! Sen güçlü ol ki; Âleme nizam gelsin!”