SABRİ YALÇINKAYA


DİYARBAKIR'a YOLCULUK-2

DİYARBAKIR'a YOLCULUK-2


Şehirin keşmekeşliği içinde  D ağ   kapı'ya doğru ilerliyoruz. Ciğer kebap pişiren bir seyar satıcının du  manı iştahımızı kabartıyor. Üç tekerlekli bir arabanın üstü teyip kas  et    leri    ile d olu. Satıcı teyib'in sesini olabildiğince açmış. Nuri Sesigüzel, Ay  şe Şan, Celal Güzelses... kalabalığa beleş müzik ziyafeti sun  uyor.          

Kadayıfçı Şeyhmus'un önünden geçiyoruz, Dağkapı'dayız. Geniş bir meydan, am  an Allahım!  hayatımda g   ördüğüm en yüksek bina, Yaşar'a gösteriyorum. 'Bu gökdelendir' diyor. Sayıyorum, tam on bir kat, köye döndüğümde arkadaşlarıma anl  atsam mı? İnanırlar mı?

Akşam eve Resul krivre geliyor. Gençliğin doruğunda, gayet yakışıklı, gür saçlı ve insanı etkileyen mavi gözleri var.  Bana bakarak,

-Bu çocuk kim?

- Şeyh Bahaddin'nin torunudur. Malazgirtten bizimle geldi.

Memnun bir tavırla bana, 'Sende şeyhmisin?' diyor. Ben utangaç bir edayla gölümsüyorum. 'Elbette öylesin. Yılanın yavrusu zehirsiz olmaz.' diyor. Sofrada, BABAKENUÇ denen patlıcan yemeği, TIRŞIK denen sebzeli ve etli bir yemek ayrıca bulgur pilavı var...

Sabah Yaşar'la birlikte gezme planı yapıyoruz. Daha keşfedilecek çok yer var. Yakındaki surlara gidiyoruz. Taştan mükemmel ve yüksekçe yapılmış surlar, daha yüksek ve geniş burçları bir birine bağlıyor. Eski insanlar bu kadar çok ve düzenli duvarları nasıl yapabilmişler?  Surlara merdivenlerden çıkılıyor. Surların hem üstünde hende içinde yollar var. Burçların her biri adeta bir şaheser.  

Olurda bir gün yolunuz buraya düşerde, surun üstüne çıkarsanız; hayal  lerinize sınır koymayın. Bende, hayallere dalıyorum; Tarihi filimlerde rol alan oyuncuları görür gibi oluyorum. Kimbilir buralarda neler yaşanmıştır... Halit bin Velit komutasındaki islam ordusu surları kuşatmış bir şekilde gözümde canlanıyor...

Şehir çok güzel bir yere kurulmuş. Uzaktan Dicle nehri ve on gözlü köprü görülüyor. Dicle nehri ile surların arasında ise tarihi Hevsel bahçeleri var. Bu kompozisyon müthiş bir göz zevki sunarak; insanı dünyadan kopararak, adeta efsunlu bir aleme götürüyor.

Üzerine çıktığımız burç; yarım daire şeklinde yapılmış. Aşağısı uçurum, duvarın genişliği yaklaşık 30-40 cm, kafamda şimşekler çakıyor. Adrenalin istiyoruz. Dar, yüksek ve tehlikeli duvarın üstüne çıkıyorum. Arkadan Yaşar geliyor. Hasan uzaktan bizi seyrediyor. Biraz sonra korkumuzu yenip, hızlanıyoruz, dönüyoruz, dönüyoruz... Şimdi düşünüyorum da meğer ne tehlikeli bir iş yapmışız!

Sancı ziyaretinin yanında oynuyoruz. Gezmeye gideceğiz ama Hasan peşimizi bırakmıyor. Küçük olduğu için de bize ayak bağı oluyor. Yaşar'la gizli görüşerek yaptığımız plânı uyguluyoruz. Her birimiz bir tarafa koşmaya başlıyoruz. Hasan ortada kararsız kalıp, var gücüyle ağlamaya başlıyor. Biz uzaklaştıkça Hasan' ın sesi azalıyor, nihayet duyulmuyor. Ana caddeye varıp, Çelik palas'ın önünden geçip epey ilerleyerek ve sağa saparak dört ayaklı minare'nin yanında duruyorum. Yaşar'da başka bir yoldan nefes nefese kalmış bir şekilde geliyor.

Dört ayaklı minare, ilginç bir eser; dört tane yuvarlak taş sütun, aralıklı ve kare oluşturacak şekilde bırakılmış. Üstüne siyah ve beyaz taşlarla dört köşeli minare inşa edilmiş. Cesurca yapılan farklı bir eser.

Hedef Urfa kapı; orada da yoğun bir hareketlilik var. Seyyar satıcılar, iki tekerlekli hamal arabaları, kum taşıyan küçük traktörler... Şalvarlı yaşlı bir amca; sırtına musluğu olan sarı bir kap bağlamış, elinde zencirlerle bağlı bulunan metal bardıkları şakırdatıyor ve 'şerbet, şerbet' diye bağırıyor. Birer bardak köpüklü şerbet içiyoruz. Tadı köyde çiğnediğimiz meyan köküne (sus) benziyor.

Şehir adeta bir açık hava müzesi gibi; hanlar, hamamlar, camiiler, evler, çarşılar, surlar... hepsi tarih kokuyor. Burası eski çağlardan beri medeniyetin beşiği. Rivayetlere göre; Diyarbakır'da 7 Peygamber ve bir çok Sahabe yatmaktadır. Diyarbakır, Mekke ve Medine'den sonra en çok Peygamber ve Sahabe barındıran yerdir.

Böyle aylak aylak dolaşamayız. Yaşar'la istişare ediyoruz. Karpuz çekirdeği satacağız. Büyüklerden gerekli izini alıyoruz. Bir kaç kilo hafif nemli ve tuzlu karpuz çekirdeği, gazete kağıdından yapılmış külahlar, bir tanede bardak, tepsi üstüne konuyor. Tepsiyi kaptığımız gibi sokağa fırlıyoruz. Önce utanarak satış yapılıyor, sonra işler yoluna giriyor. Ustaca çekirdek dolu bardağı külaha boşaltarak tebessümle müşterilere sunuyoruz...

Zaman çabuk geçiyor. Köye dönmem akabinde Tatvan'da okumakta olduğum ortaokula gitmem gerekiyor. Yeni şeyler görmüş ve yeni şeyler öğrenmiş olarak, bu güzel aileden ve bu güzel şehirden ayrılıyorum...