SAİT EBİNÇ


KAR SENFONİSİ ve ŞEHİR

KAR SENFONİSİ ve ŞEHİR


 KAR SENFONİSİ ve ŞEHİR
                                            
     Soğuk kış gecelerinde geniş duvarlı toprak damlı evlerin küçük penceresinden perdeyi şöyle bir aralayıp sokak lambasının ışığında düşen karları bir seyrangâhdaymış gibi  hiç seyrettiniz mi?  Pencereden seyre dalıp uzak ülkelerin dağ başlarında gezen cevelân ruhunuzun köşelerinde kalmış eski zaman kışlarının lezzetini hatırladınız mı?  Tabiat beyaza bürünüp gelinlikler giydiğinde, artık o an itibariyle karın saltanatı cihana hakim olmuştur demektir.
Herşey karın hükmüne tabidir. Pencerelerinden vecde benzeyen bir sükûnetle karın yağışı gönlümüzü beyazın en lâtif tonlarına büründürür. Kar düştükçe ruhumuz ılık bir suda yıkanıyor gibi hissedersiniz. 

Karın saltanatı ile birlikte gökyüzünün ve yer yüzünün ruhumuza verdiği temizlik hissi ile sanki  bir kadın sandığının sabun ve lavanta çiçeği kokan hoş havasını hissetmeye başlarsınız. Uzak vadilerden tepelerden gelen velveleli köpek uğultuları bilinmez zamanlardan bilinmez ülkelerden  gecenin sükûnetini yarar biz çocukların ruhuna korkuyla karışık bir kozmik sükûnete salardı. 
Odanın içinde yanan sobanın kızgın alevleri karanlığın gölgesini yararak tavanda âhenkli bir gölge ve ışık oyununa dönüşür, çocukluk varlığımızı, muhayyilemizi alıp karlı dağ başlarına doğru götürürdü. 

Annem zaman zaman sobanın böğrüne iki  odun atar üstündeki demliğin sesi sobanın sesiyle hem âhenk evdeki sıcak huzuru bestelerdi. Dışarıda rüzgar esip, fırtınalar hüküm sürerken, evin içinde sıcak muhabbeti tamamlayan  sobanın ışıldayan ateşi ve mışıldayan sükûtu kalplere  çoğalmış bir zevk verirdi.
       Aslında çocukluğun   kışları  bütün kışların şahididir. Bu mevsimler ruh âlemimize kendi mührünü basmıştır. Kozmik hafızanın uğultusu içinde şehrin gecesini göklerin beyaz kumaşıyla işleyen karın senfonisi zihnimizin köşelerinde kalan en güzel tadları ve görüntüleri ihsâs eder bizlere. Ebediyetten gelen beyazlık dünyanın üzerine düşünce gece yıldızlar ile karaağaçların kavakların tenhalığından gelen rüzgarın uğultusuna kulak verirdim. Sanki ruhumu kaplayan karın sesi her uğultuyu en güzel bir besteye kalb ederdi. 

Yüksek deniz ülkesinin  ortasında uzanan bu kadim şehrin kış  mâcerasını hangi eser hülâsa edebilir. Ey kerem sahibi, kötü görenlerin gözlerini beyaza gark edip beyazınla bütün ayıpların üstünü örten! Sen ne güzel mehtapsın. Ne güzel şafaksın. 

 Ey insanın taşımakta aciz kaldığı  hamuleyi asırlardır sırtında taşıyan  Şinar ülkesinin ihtiyar dağı!  Kaç ömür kervanı geçti eteklerinden. “Ereğin karı menem. Gün vursa erimenem” diye diye hicrânını feryâdını sana döken âşıklar şimdi hangi unutulmuş mezar taşlarında yolunu kaybetmiş bir seyyâhın duasındadır. 

Göğsündeki serin pınar başlarında asırlık uykularına dalmış evliyâlar hangi servilerin söğütlerin gölgesine yatmaktadır. Yedi yıl yerde yatıp çürümeyen âşığın âhı hangi sazın telindedir. Şehrin bağlarına kar düştü mü horhorun buz paresi suları tenperver bir ürpertiye dönüşür. Ey topraktan yorganını kendi üstüne çekmiş asırlık uykusuna dalmış kadim şehir! Nerde olursak olalım gönlümüzdeki bütün yollar sana çıkmaktadır. Ve hâlâ biçâre hayat artığı sessiz harabelerinde eski neşeli günlerin sesleri gelmektedir.

Ey huzur bucağının denizi! Gölge dönüp gün bitende akşamın ateş ve ışık gölü bütün suları kavurup altın bir kadahe kalbederken  karla birlikte göklerden gelen bir ışık şehrin güzelliğine düşerken, gönüllere de uzak gurbet ellerde  memleket türkülerinin yakıcı tadı ve alevi düşerdi.
       Bizim taraflara kış gelip akşam garipliği bastı mı uzun kış gecelerinde bütün kış duvarların içine kapanmış eski şehir hayatındaki  toprak damlı evlerde tandır başlarında Zühre ile Tahir Kerem ile Aslı Emrah ile Selvi hikayeleri dinlenirdi. Ve hâlâ var mıdır? Bilmiyorum Bu hikayeler kapalı bir odada birden bire ışık almış bir avize gibi ruhumuza tesir ederdi. 

Uzun ve karanlık kış gecelerinde aydınlık bir çerağ gibi olan bu hikayeleri babannemden yüzlerce kez dinlerdim. O konuşurken  nur yüzünde parlayan o ince gülümseme gözlerindeki ışık medeniyetin bütün hâsletlerini taşıyan tavrından geliyordu. Gözlerim uykunun serin göllerine dalınca “Balam gerisini yarın anlatayım” derdi. O kendi hikayesini yaşayıp göçtü bu dünyadan. Fakat onun hikayeleri ve bana öğrettiği yıldız adları bir lezzet gibi muhayyilemde hâlâ pırıl pırıl parlamaktadır.
       Kış mevsimlerinin sabahlarında bizim oraların havası gönül alıcı olur. Sabahın seher çağında  karın senfonisine eşlik eden ezânın rahmâni âhengi  küçük pencerelerden evin içine dolar 'Allahü ekber'  sesleri bir semt-i ulvide çocukluk ruhumuza göklerin ve yerin ruhâni şiirini dökerdi. Bu babannemin hikayeleri faslına Kamile Ezeyi de eklemeliyim. Kimilerinin ezesi; kimilerinin de bibisiydi o.

Genç yaşta Trabzonlu kaptan olan kocasını kaybetmiş yedi yetimle hayatın yükünü tek başına omuzlarına yüklemişti. Hayata karşı mücadaleyi, tahammülü ve sabrı hayatına sindirmiş bir insandı. Kamile Eze, ismiyle müsemma maddesi ve medeniyeti şefkât, merhâmet ve sevgiyle  yoğrulmuş bir Osmanlı kadınıydı. Kamile eze tandır başlarında biz çocukların hiçbir isteğini geri çevirmez hamurdan koçlar yapar yaşamı güzelliğe iyiliğe kalb ederdi. O her zaman  şeker yağdıran tatlı diliyle, tabiiliğiyle ve neşesiyle insana daha ilk görüşte bir nevi yaşamak aşkı veren insanlardandı. Ezenin kalbinin iyiliğine şahit eden nurlu  bir yüzü vardı. Biz çocuklara kurbanlı, hayranlı ve balâmlı fedakârlıklarıyla hep mütebessim bakardı.

Kamile Eze'nin O yüzündeki sükûnet ve derin merhâmet ölene kadar hiç eksilmedi. Her daim mütebessim bakar tavırlarında ve tarzında en ufak bir yapaylık bulamazdınız. Kamile eze de bu dünyadan gitti ona soracağım sorularım vardı sorularım bende kaldı. Kierkegaard çocuk insanlığın efendisi olsaydı insanın metafizik açıdan ne kadar büyük olacağını söylerken  meğer ne kadar da haklıymış. Ruhumuzu yatıştıran çocukluk, o mevsimler hâlen bizde bizimledir. Mâzi hâtıralarının, nesillerin taşın ve toprağın, hülyâlarına şahit olmuş ihtiyâr ağaçlar, izbe semtlerde yaşanmış hayatlar şimdi sesi çıkmayan o kuşlar, ışığı sönmüş o evler, nereye gittiler? 
       Kış akşamlarının ve gecelerinin bunca güzelliğinin tersine kış sabahları bu manzaranın pek istenmeyen kısmını oluştururdu. Damlar kürelenecek. Bahçe temizlenecek. Bahçeden sokak kapısına kadar olan aralıkta yol açılacak. Bütün bunlar biz yaşta erkek çocukların külfetleriydi. Bu manzaranın en güzel taraflarından biri benim hisseme düşmüştü. Sabahın loşluğu içinde fırına gidilecek kırmızı alevi fışkıran fırından çıkmış buharlı taze ekmekler alınıp evin yolu tutulacaktı. Öğlene doğru Van’ın güneşi vurunca eski kış evlerinin yumuşaklığı, damlarda eriyen karlar yaşlı insanlar gibi evlerinin alınlarından terler akarcasına beyaz badanalı evlerin alınlarına çizgiler düşürürdü. 

Güneş vurunca bilhassa beyaza bürünmüş tarlalarda siyah kargaların uçup kalkmasını seyretmekte apayrı bir güzellikti. Kış mevsimin birde temizlik fasılları vardı. Evin hanımları evdeki herşeyi dışarıya seferber ettiği günler aynı zamanda sobaların ve bacaların temizlendiği günlerdi. O gün evin hanımları bir diktatör kesilir, evin erkekleri de süt dükmüş kedinin suçluluğu içinde bir köşede önüne ne koyulmuşsa itirazsız yemeye razı gelirdi. 

 Evin temizliğinden hızını alamayan kadınlar biz çocukların canına düşer bütün mımızlanmamıza, itirazlarımıza rağmen hamam sobalarının o cehenneme benzeyen sıcaklığının eşliğinde  başımıza hamam tası yiye yiye âdeta derilimizi sökercesine bu banyo faslını işkenceye dönüştürürlerdi. 

     Bu yazdıklarım nostaljik seraplar dünyası değil. Yaşadığımız dünya üzerinde ara sıra yalnız kendimizin yaşaması için kurduğumuz ikinci bir dünyadır. Bunlar  taşra romantizmi ve epiğiyle de karıştırılmamalıdır. Biliyorum nostalji tutkunun aklıdır. Aklın tutkusu değil. Nostalji realiteden kaçıştır. Çünkü hayat bazen kitapları aşınca bütün okuduklarımız realitenin gerisinde kalır. 
Onun için bazen bütün okuduklarımızı bir kenara bırakıp hayatın ve hadiselerin hakikatini şahsi macera gibi yaşamamız gerekir. Bütün bunlar bir medeniyetin hislerimize gönlümüze sızmış; kimliğimizi ve kişiliğimizi oluşturmuş hakikatleridir. Onun için bu medeniyetin gölgesinde her daim çocukluktan kalan saf ruhlarımız saklıdır.  Nereye gidersek gidelim içimizde oraya çıkan bir yol vardır.