SAİT EBİNÇ


VAN’DA ESKİ ZAMAN BAHÇELERİ

VAN’DA ESKİ ZAMAN BAHÇELERİ


             VAN’DA ESKİ ZAMAN BAHÇELERİ  
              Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm,
              Bir perî sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana.
                                                                                          Nedim
       Uzun bir kışın sûkûtundan sonra bağlar yine yeşillendi. Güller yine goncalandı. Çayır çimen yine şenlendi. Bağlar artık bülbüllerin ve güllerin zevk ve neşe çimenliğine döndü. Bağlarda bülbüller güneşin şarkısını söylüyor.  Güneş dağları dereleri billûr bir kadehin parıltısına dönderdi. 
        Dere kenarındaki kavakların söğütlerin çıplak dalları bahar güneşinin ışıkları altında gümüş gibi ışıldıyor.  Şimdi bizim oralarda baharın peri yüzünü bir nikap gibi örten geçmiş güzden kalma gazellerin süpürülme vaktidir.  Bağlarda gazeller süpürüldükten sonra baharın o zümrüt aydınlık yüzü güneşte ölü bir tene can gelmiş gibi parlıyor. Ne hoştur o bahar bahçelerindeki yakılan gazellerin dumanının birbirine karışması.       
       Her bahar bize hususi nağmeleriyle geliyor. Kuşların cıvıltısı, çimenlerin kokusu, hayatın zevkîni müjdeliyor. Bu şehirde bir zamanlar bizim gibi yaşamış hangi fani hissetmez ki bu güzelliği? Bizim taraflara bahar gelende kuşların cıvıltıları hayatın şetaretini söyler. Her sabah Ereğin sol omuzundan doğan güneşin ışıltıları bağların tenhalığındaki beyaz badanalı evlerin odalarında bir ışık ve gölge oyununa dönüşür.
         Niçin bilmem bu hangi zamandan kalmış tabiattır ki benim ruhumu her baharda derin bir tefehhusla bu bahçelerin güzelliğine râm ediyor.  Senelerce bu eski zaman bahçelerinde gün batımını seyretmiş ve duymuş bir ruh  bu şiirden ve bu hatıralardan kurtulabilir mi?  Gönül ehlinin bucağı olan bu bahçelerde benim gibi çocukluğunu geçirmiş olanlar bu bağların köşelerinin birer rüyâ ve hülyâ köşeleri olduğunu unutabilirler mi?
      Ulu ağaçların serin gölgesindeki mütevâzı küçük beyaz kireçten badanalı evler, daracık yollar yağmur yemiş leylakların ve çimenlerin ıtırlı rutubeti                                                      sanki başka bir âleme başka bir zamana açılan neşe kapılarıydı. Ve gönlümün hatıralarını karıştırınca görüyorum ki o şefkâtli şiir gibi günler içimde hâla güller gibi açılıp soluyor. Ve bütün hislerimize, fikrimize sinmiş bu bahçelerin lezzetleri hatırladıkça hâlâ gönlümüzü kamaştırıyor. Zaten bahar birazda gözlerden ziyade gönülle duyulan  güzellikler değil midir? Hiç dikkat ettiniz mi? Eğer gönlünüze geçmiş yazların bağ ve bahçe havası bulaşmışsa onu içinizde ebedi bir gurbet hissi gibi kendinizle birlikte her yere taşırsınız. Onun için nereye giderseniz gidin şairin dediği gibi içinizde hep oralı bir bülbül vardır.    
       Hele bahar aylarında babaannenin bahçesine yolumuz düşmüşse Babaannemin denize kadar uzanan iğde leylak güllerle donatılmış bahçesinde   küçük tandırda balık pişirilirdi. Balık bendinden tutulan balıkların bahçede badem ağacının gölgelik yaptığı küçük tandırda kızarmış kehribara dönmüş kıvamını bulmuş nesafeti ve kokusu bahçeyi kaplardı. Babaannemin bu cennetin bir köşesinde kurulmuş evinin bereketi hiç eksik olmazdı. Her daim duvarlara gömülü mavi boyalı ahşap dolaplarda beyaz leblebiden, lokumlara, armut kaklarından, kaysı çekirdeklerine envaı türlü yemişi ceplerimize doldurur o her daim mütebessim bakışlarıyla başımızı okşardı. Bizde ceplerimizdeki bu yemişlerle bahçenin gölgeliklerinde oyunumuza geri dönerdik. Bazende babaannemin evinin üst katındaki göl mehtâbına bakan odasının küçük penceresinde oturup Van Gölü’nün mavi atlasını seyre dalardım. Bu pencerede çocukluk rüyalarımın uzun ilkbahar gecelerinde sarsılan camların, yaprakların hışırdayan ağaçların, Ağustos böceklerinin sesi bana neler ilham etmezdiki. Bu pencere benim adeta ilticagâhım olmuştu. Bu pencereden bakınca bahar akşamlarının kızıl durgun gölünde hep geçecek gemiler beklerdim. Fakat geçmezdi bu gemiler.
       Bir de ramazan ayı yaza denk gelmişse. Babaannem evde hummalı bir ramazan hazırlığı başlatır. Bir hafta süren bu hazırlık esnasında iki katlı ev baştan başa yıkanır günlerce tahta merdivenlerin gıcırtıları ve temizliğin âhengi her tarafı kaplardı. Ramazan ayında bahçelerde oruç açmak pek hoş olurdu. Bağ havasının iştâh açacağı kanaatiyle sofralar bahçeye serilirdi. İftar öncesi kâh toprak testilerde buğulanmış suların serinliği, kâh üst kattaki göl mehtabına bakan odada beyaz örtüsüyle babaannemin Kur’an okurken sanki bir iyilik güneşinin yüzünü aydınlattığı munis mütebessim nurlu yüzünü hep hatırlarım. Onun bu yüzünü görseydiniz; sadece iyilik yapmak için yaratılmış olduğuna hükmedebilirdiniz. Onun bütün hayatı maddesi ve medeniyeti iç nizamı insan sevgisiyle doluydu. O konuşurken yüzünde parlayan o ince gülümseme içinin beyazlığına şahadet ederdi. Benim bir tarafımı hatta zengin his tarafımı yapan insanlardan biriydi o.  Ona soracağım sorularım vardı. Fakat o göçüp gitti bu dünyadan. Sorularımda bende kaldı.
    Bahçelerdeki kuş cıvıltılarıyla dolu ağaçların yeşili, insanı şaşırtacak kadar bir tazelik kazandığı vakitlerde çocukluğumuzun sabah sofraları bahçeye kurulurdu. Semaverin dumanına eşlik eden radyoda yurttan sesler korusunun bilmem kaç kilemetre herz üzerinden yayın anonsuyla başlayıp ruhumuzu tutuşturan Türkülerin merâretine melâline erken yaşlarda âşina oldum. 
     Ben bu Türkülerin ruhumuzu kanatlandıran âlevli yanık dolu seslerini bu bahçelerde tanıdım. O zamanlar sanki bu türkülerin ulvi denizinde yüzüyor gibiydim. Türkülerle birlikte geçmiş zamanın hâyal ve hâtıralarına sinmiş sesler zihnimizde yeniden canlanır. Daha sonra bu sesler gönlümüzde bir tür visâl lezzetiyle uhrevî bir şehrâyine dönerdi. Kim bilir hangi gâmlı gönüllerden süzülmüş bir eski zaman Türküsünün uzak iklimlerden gelen dalgalarına gönlünüzü iliştirdiğinizde  tamda aşık Daiminin insan ruhunun o iç peyzajını hatırlatan Türküsünde  “Bir seher vakti indim bağlara Öter şeydâ bülbül gül yarelenir” dediği türden tâdı ihsas ederdi bizlere. Ya da Emrahın “Hazân ile geçti gülşen-i bûstan. Eylen şimden geru var garip garip. Türküsünü dinlediğinizde kendinizi gâmlı bir hâzan bahçesinin ortasında buluverirdiniz. 
       Bilmem bu türküleri bir bahar bahçesinde hiç dinlediniz mi? Bahçedeki bir ağaç dalına asılan Transistorlü radyadon bilmem hangi uzak ilklimden uğultulu dalgalar halinde gelen seslere hiç refâket ettiniz mi? Bu Türkülerin merâreti efkârı insanın boğazında düğümlenen yakıcı âlevi ruhunuzu hiç dalga dalga havalandırdı mı?  Siz hiç gönüllerden süzülüp gelen bir eski zaman Türküsüyle çarpıldınız mı? Cevabınız evetse artık sizde o bahçelerin ve Türkülerin felsefesine ermiş filozof kıdemini hak etmiş sayılırsınız. Bu bahçelerde Türkü dinlemek esasında sesten, fikirden alevden hasretten oluşmuş bir çağlayana kendini bırakmak demekti. Türkü dinlemek kanatlanan gönlümüzün yedi dağın eteklerinde dolanıp gezdikten sonra yorgun düşmüş bir muhacir kuş gibi şuurun kapısını bu dünyanın umuruna kapatması türünden bir keyfiyettir. Onun için Türküler bazen âdeta şuurumuzun zindanına haps olan gönlümüzün şuurun duvarında açılan bir gedikten rüyâ ve hâyal âlemine firar eden bir kanatlanıştı. Türkülerle birlikte tutuşan ruhumuz yüksek bir âlemde bir nevi visal lezzetiyle coşardı.
      Erek dağının eteklerinin uçlarından başlayarak oradan göle doğru set set uzanan bahçeler. Ağaçların, söğütlerin kavakların büklüm büklüm uzayıp giden gölgesi başımızdan hiç eksik olmazdı. Van’da gönüllerin lezzetini oluşturan bu bahçelerimizde envaı türlü meyve ağaçları bulunurdu; Elma, armut âyva kiraz vişne. Fakat bana göre  bağların esâs ziynetini yaşlı erik ağaçları oluştururdu.  Ben  o yaşlarda bu ağaçların hiç gencine tevaffuk etmedim. Diyebilirimki bu ağaçlar babaannem kadar yaşlıydılar. Bu ihtiyar ağaçlar kim bilir kaç hâzan, kaç bahar görmüştü. Babaannem bunların hâyli zaman önce  seferberlikten evvel dikildiğini söylerdi. Bana öyle geliyordu ki bu ihtiyâr erik ağaçları sanki uzlete çekilmiş geçmiş asırların hülyâlarına dalmış gibiydiler. Bu bahçelerin diğer bir kısmı ise karın, kışın yağmurun altında yıpranmış möhreleriyle yetim kalmış çocukların yüzlerindeki o ürkek mütereddit perişan hallerini hatırlatan bir sahipsizlik içindeydiler.  Esâsında  bağlarımızdaki  yaşça en kıdemli ağaçlardan biri de  dut ağaçlarıydı. 
       Bana öyle geliyordu ki bu kocamış dut ağaçları tarihin en sessiz tanıklarıydı. Bunlar asırlardır sessiz gölgelerinde senelerce sürmüş hayat uğultusu içinde ömrünün son demlerini  yaşayan ihtiyarlar gibiydiler. Bu kocamış dut ağaçları sanki beli bükük ihtiyarların iç sızısına benzer bir vecd ve tevekkülün sûkûtu içinde ömrün geçip giden nehrini seyre dalmışlardı.  Ölümün eşiğine gelmiş ihtiyarların artık o sessizlik içinde gündelik hayatın velvelesine kulak asmayan kayıtsızlıklarıyla dallarına konup kalkan kuşları bile duymayan halleri sanki uhrevi bir hayatın yolculuğuna çıktıklarını hatırlatırdı bizlere. Nedense bu kocamış dut ağaçları bana geçmiş zaman ölülerinin arkadaşları gibi görünürdü. Muhitimizde bu dut ağaçlarına apayrı  uhrevi bir nazarla bakılırdı. Bunların ziyaret ağaçları oldukları söylenirdi. Kerpiç duvarların, möhrelerin gözeneklerinde eski baharlardan kalmış kurumuş erik çiçeklerinin yaprakları gözeneklere sıkıştırılmış, Arapça yazılı kağıtlar, muskalar sanki bir sihirli alemdeymişiz gibi tekinsiz korkuyla karışık bir merakı da beslerdi. 
       Nitekim pek iyi hatırlarım. Bu ziyaret ağaçlarından biri rahmetli Nadide Teyzenin (Halit Suvar’ın Annesi)  evinin arkasındaki kocamış dişbudak ağacıydı. Ötekisi ise Tahsin Sofracı’nın bahçesindeydi. Bir diğeri de Kanlı meşeyi geçtikten sonra Rahmetli Demiray Şaşıhüseyinoğlu’nun evinin  yan tarafındaki beli bükülmüş dut ağacıydı. Dut ağaçlarına olan merakım çocukluk günlerime rast gelen radyodan dinlediğim bir gurbet Türküsüyle daha da canlandı.
       Evimizin önü duttur geçilmez
      Bağımızda gazel sıktır seçilmez
      
      Ne zaman bu Türküyü dinlesem. Sonsuz tabiat içinde değirmen ve dere uğultuları arasından Terzinin o dar yokuşunu aşarak Himmet Amcamın kırın ortasında tek başına kalmış münzevi evine doğru yola koyulurdum. Adeta bahçelerin tenhalığında saklanmış bu ev gölü en tepeden gören hakim bir yamacın üstünde kurulmuştu. Bu evin arka tarafı kırlarla ve kilise bağları ile çevrilmişti. Kilise bağının içinde tek başına çöl kuşlarına gölgelik yapan yaşlı ceviz ağacının yayvan dalları sanki çölden gelip geçecek kervanlara serinlik versin diye asırlarca evvel eski zaman dervişleri tarafından dikilmiş gibiydi. Bazen bu ceviz ağacının altında çocuklarla oynardık. Bu evin batı tarafında ise Van Gölüne kadar uzanan alabildiğince yeşil bahçeler uzanmaktaydı. Etrafı büsbütün kuş iğdeleriyle çevrili bu ev her daim denize bakan pencereleriyle munis manzaralı mavilikleri, yeşillikleri ile hislerimizin ve kalbimizin güzelliğine şehadet ettiği emsalsiz güzellikte bir mekandı. Bu evin güneyinde ise pederimin gözü gibi baktığı dedemden kalan bir dere vardı. Biz bu dere kenarında gezerken dalları sarkan koca söğütlerin altında bir eski zaman değirmenin uğultusunu duyar gibi olurduk. İnsan ile tabiat kuvvetlerinin birlikte halk ettiği bu peyzaj, bu bahçenin dört bir tarafı iğde ağaçlarının oluşturduğu belgonlarla kuşatılmıştı. Bende bu evin gönül ve ruh dünyamdaki derin etkisini sonradan anladım. 
       Bir zamanlar küçük şehrin küçük evlerinde rahat ve sâkin hayatı yaşayan bu şehrin sekene-i aslîsi şimdilerde bu küçük evlerin içinde ferâh gönüllerini kaybedip beton yığınlarının geniş evlerinde daralmış gönüllerle yaşamaya başladılar. Bu şehirde eski evler ve bağlar mütevâzı, sâkin, ölçülü o estetik ve mimari değerleri ne yazık ki kaybetti. Eski bahçeli evlerimizin vekârı, insani ölçüleri kendinde toplayan çekingen, fakat mimari estetik ve zerafete sahip evlerdi. Bu evlerin bir hususiyeti de tektonik bir bütünlüğe sahip olmalarıydı. Şimdinin şahsiyetsiz beton ormanları gibi brutal, mütehakkim insanların üzerine saldıran azman vahşi hayvanlara benzeyen apartmanlar yoktu o yıllarda. Bu mütehâkim binalar yüzünden artık ne güneş ne de Erek dağı görünüyor.