Sündüs, Van'ın "Ey dîlberê malam xirab" dizelerinin sahibi Feqîyê Teyran'ın yaşamış olduğu Bahçesaray ilçesi ile Bitlis'in Hizan İlçeleri arasındaki sınırda, ilçeye yaklaşık
Katliamın yapıldığı tarihte 6 çadırdan oluşan küçük bir obada köylüler kendi hayvanlarına bakmak için yaylada yaşamlarını sürdürüyorlardı. Dağlardan akan iki büyük suyun birleştiği noktaya yakın bir yerde konaklamışlardı. Tabiatın bütün güzelliklerini, su, hava ve bolca kullanılan bitkilerini ikram ettiği yerde, adeta ruhlarını arındırıyorlardı. 28 kişilik aile genellikle çocuk ve kadınlardan oluşuyordu. Bu dağlar emin yerlerdi. Hiçbir korkuya, endişeye yer yoktu. Medeniyetin, teknolojinin kirletmediği bu toprak parçasında korkusuz ve mutluydular. Gece erken başladığından, sabah gün doğmadan ayaktaydılar. Gün doğmadan, gündelik işlerin mesaisi başlardı. Gündüz, geceyle buluştuğu zamanda ise çadırlarının önündeki ateşin başında derin bir muhabbet başlar, sıcak koyun sütleri, çaylar yudumlandığında mutlulukları tebessümlere yansırdı. O gece de bu gelenek bozulmadı, ateş başındaki muhabbetten sonra herkes çadırlarına çekilmek üzereyken, batı tarafındaki yamaçtan beliren karanlığın giderek insan şeklinde belirginleştiğinin farkındaydılar. Gelenlerin kim olduğunu sorgulamadan ateşin başına buyur ettiler. Buralarda gelenek buydu. Kim olursa olsun gelen Allah misafiridir, saygıyla karşılanır ve eldeki imkanlarla ağırlanırdı. Kim olursa olsun bu kaide değişmezdi. Ama onlar buna çok da iltifat etmediler ve gösterilen yere oturmadılar. Bir şeyler ters gidiyordu, anlayamadılar. Anormal bir durumun olduğunu hissedenleri de olmadı değil. Sessiz bir şekilde "hayırdır inşallah" dediklerini gizlemeye çalışıyorlardı.
Karanlıkların içerisinden gelenlerin, su ve böcek seslerinin senfonisini sabote eden yürüyüşleri çadırların önündeki ateşin başına kadar sürmüştü. Yüzlerindeki ifade haricinde giyinişleri gerillayı anımsatıyordu. Çoğunlukla Kürtçe konuşuyorlardı. O dönemde yaygın olan şekliyle propaganda yapıp gidecekleri, en iyimser ihtimal olarak akla gelmişti. Yüzlerindeki ifade onları tedirgin etmiş ve bunun üzerinde yayladaki tek erkek olan Ahmet Sevgili, 'akrabalarından hiçbirinin korucu olmadığını, yoksul insanlar olduklarından hayvanlarını beslemek üzere buraya geldiklerini, kimseye bir zararlarının olmadığını' söylemeye başladı. Karanlıkların içerisinden gelenlerin yüzlerindeki ifade onları endişelendirmişti. Gizli bir korku vardı, zira akşam başlayan huzurun tam da orta yerine onların çehresindeki dost olmayan ifadeler düşmüştü. Gizli bir korku ve endişe hayatı kamufle edince, yaylanın tek erkeği Ahmet Sevimli olacakların farkına varmış gibi, onları ikna edici savunmalar yapmayı tercih etmişti. Karanlığın içerisinden gelen ve ateşin aydınlığında tam da belirgin olmayan çehrelere sahip olanlar farklı niyetler taşıyorlardı. Yüzlerinde yabancı ifadeleri deşifre eden kişilikleri bulunan yedi kişinin giyimleri gerilla tarzıydı. Yüzlerindeki ifade tanıdık olmadıkları duyguları yansıtıyordu.
Siyasi bilinçlendirme propagandası yapıp gidecekleri düşünülmüştü… Bu düşünceyi taşıyanlar, aslında dünyadan habersizdiler. O zamanlarda faili meçhullerin olduğu, Gladyo tipi yapılanmaların, Jitem'in, Cem Ersever, Yeşil, Şimşek Timi, Hançer Timi ve benzeri derinlerden beslenen teşkilatların örgütlenmesinden haberdar değillerdi. Olağanüstü bölge valisinin veya ona bağlı birimlerin Elazığ'da çektirmiş oldukları toplu fotoğrafta bulunanların ne işler yaptıklarını, yapabileceklerini onlar hiç akıllarına bile getirmemişlerdi. Veli Küçük'ün o dönemlerde Van'da görev yaptığından da haberdar değillerdi. Van Toprakkale'de bulunan bir mağaranın Jitem işkence merkezi haline getirildiğine dair rivayetleri de duymamışlardı. Bildikleri tek şey, karanlığın içerisinden gelen bu silahlı insanların vesayeti altındaydılar. Sarı sakalı ve mavi gözleri alevin aydınlığında belirgin olan şahıs, onların savunmalarını umursamaz alaycı edayla bir araya toplanmalarını emretti. Elindeki telsizle diyalog kuruyor ve direktif alıyordu. Ah o sarı sakallı, mavi gözlü şahıs…
Bütün herkes bir çadırın içerisinde birazdan ne olacağını bilmeden, endişeli bir şekilde toplandı. O esnada annesinin uyandırmaya kıyamadığı çocuğun ağlama sesi gelince mavi gözlü adam öfkelendi ve neden toplananların eksiksiz olmadığını sorguladı. Annesi çocuğu almaya yeltenince, izin vermedi ve kendisinin getireceğini söyledi. Gidip çocuğu iğreti bir poşet gibi sallayarak getirip, kadınların yanına fırlatınca çadırın içerisinde toplananlar birazdan başlarına neler geleceğini hisseder gibi oldular. Yavaştan ağlamalar, endişeli nefes almalar başladı bile… İşte tam da bu anda, hayatlarının en uzun bekleyişini yaşayacaklarını görebiliyorlardı… Ellerinde silah bulunanları tedirgin etmek istemeyenlerin gözlerinden kopup gelen sessiz çiğliğin neticesi olan damlalar, yanakları ıslatmıştı. Her taraftan bolca su veren, dağlar bile bu mazlumiyetin simgesi olan tertemiz, merhamet yüklü bir damla suyu kıskanır olmuştu. Korku, dehşet, geleceğe dair beklemenin endişesi kucak kucağaydı. Yaşlılar, tedirginliklerini dışa yansıtanları sessizce korkmamaları yolunda ikna etmeye çalışıyorlardı. Aslındaysa, soğukkanlılıklarının altında giderek travmalaşan bir hüzün zihinlerinde adeta dans ediyordu. Anneler, hem kendilerinin ve hem de çocuklarının bu soğuk bekleyişteki korkularını bertaraf etmek için, yavrularını olabildiğince göğüslerine bastırıyorlardı. Çünkü sığınabilecekleri tek yer burasıydı. Sündüs yaylası bugüne kadar böylesine dehşet verici bir bekleyişe şahid olmamıştı. Çocukları teselli eden anneler, boğazlarına düğümlenen hıçkırıkları gizlemek için büyük bir çaba sergilediklerini gizliyorlardı.
Telsizden gelen son direktif üzerine, silahlı dört kişi dışarı çıkıp çevrede pusuya yattı. Geri kalan üç kişi silahlarını dünyanın en masum insanlarına çevirmişti. Silahlı karanlıktan gelmiş olan adamlarla, kurban edileceklerini bekleyen köylüler belki de son kez göz göze geldiler. Bakışlar dondu kaldı. Köylülerin benzi soluktu. Yorgunluktan bitkin haldeydiler. Bazıları, bu bekleyişin sonunun hayırlı olmayacağını fark etmiş gibi kısık sesle kelimeyi şehadet getirmeye başlamıştı. Son bir kez çevrelerine, birbirlerine bakıyorlardı. Bakışları hasret ve acı yüklüydü.
Karanlıktan Sündüs yaylasına gelen silahlı adamlar niyetlerini ve ne yapacaklarını söylememekte ısrarlı olunca, köylüler sonun başlangıcının yakın olduğunu anlamış gibi hayata dair bütün ümitlerini yitirmiş halde bekliyorlardı. Üzerlerine doğrultulan silahlar, küçük bir göz temasıyla aynı anda patladı. İlk silah sesleri bomboş dağlarda bomba etkisi yarattı. Uğultu dağlarda yankılandı. Mermiler bitinceye kadar silahlar susmadı. Yeni şarjörler takıldı ve onlar da son kurşuna kadar sıkıldı. Huzur içerisindeki yaylaya, korku ve dehşet düştü. Sessizliğin tam da orta yerine acı ve hüzün, bir bomba gibi düşmüştü. Bir anda hayat sona erdi. Artık her şey anlamsız hale geldi. Korkunun, yalvarmanın, yanaklarda yuvarlanan gözyaşlarının anlamı kalmadı… Feqîyê Teyran'ın "Ey dîlberê malam xirab" dizeleri yankılandı bir anda, Sündüs dağlarının derinliklerinde. Zaman durdu, yaşam anlamını yitirdi. Susmayan silahların uğultusu, kainattaki bütün güzellikleri bir anda sildi. Korku, endişe, karanlıktan gelen adamların çehrelerindeki dostça olmayan ifade silah seslerinin arasında boğuldu. Görev icabı sağcı, solcu, milliyetçi, muhafazakar olanlar bu acıyı duymadılar… Duyamazlardı da. Bahaneler, ironiler, kıyaslar, atalarından kalan kibirleri gözlerine perde olmuştu. Çığlığın silah seslerinin uğultusuna karıştığı anda, onlar bahanelerinin çirkefinde hakikate ait her şeyi tahrif etmek maksadıyla kurnazlıklarını arıyorlardı.
Masum insanların naif bakışları, çığlıkları, çocukların boğazında düğümlenen hıçkırıkları, annelerin yanaklarına inen gözyaşları, gerilla giyimli adamların geldiği gecenin karanlığına karıştı. Gözlerden yaş yerine kan akıyordu. Narin bedenler annelerinin kucağında kan yumağına dönüşmüşlerdi. İnsanların duyması için yükselttikleri çığlıklarını karanlık yüzlü adamlarını gizleyen gecenin karanlığı adeta yuttu. Silah seslerinin kesilmesinin ardından, henüz can vermemiş çocukların, anaların iniltileri boğuk bir şekilde duyuldu. İmdatlarına yetişebilecek birilerini ümit ettiler. Kim duyacaktı onların sesini? Kim onların mazlumiyetini tarihin karanlık yüzüne çarpacaktı? Belki de tarihler öncesinden Feqîyê Teyran, bu topraklar üzerinde yaşanacakları hissettiği için bu dizeleri seslendirmişti:
Li baxê min bû zivistan
Hey dîlberê dem gulîstan
Çilmisî gul bax û bistan
Wêran ezim malêm xirab
Hey dîlberê qey menale
Feqiyê tayran êdî kale
Nexweşekî pir bê hale.
Dışarıda pusuya yatmış olanlar hareket etmeden, köylülerin yakmak için topladığı gevenleri ateşe verip onların ışığında karanlığa doğru yürüdüler. Çobanlar o günün sabahında bir iki helikopterin onların el feneri yordamıyla inip ve tekrar çıktıkları tepeye indiğini söylediler. O karanlıktan gelen silahlı adamlar geldikleri yöne bu kez neredeyse koşarak gitmişler. Sadece onların el feneri kullandıkları tutanaklarda yazılı kaldı. Hiç kimse o gün helikopterlerin o tepeye inmiş olmasının anlamını sormadı ve hiç kimse medyaya servis yoluyla söylenen sözün aslında hakikati gizlemek amaçlı bir yalan olabileceği ihtimali üzerinde durmadı. Görev icabı sağcı-solcu olanlar da bunu düşünmedi. Henüz ölmemiş olanlar son kez de olsa feryatlarını yükselttiler veya kendilerine uzanacak bir dost eli aradılar. Hiç kimse ve hiç kimse onların bu feryadını duymadı. Görev icabı acıklı hikayeler okuyup, gözyaşları dökenler bile onların bu feryadını duymadı. Duymazdı çünkü kulaklarını mazlumların feryatlarına tıkamışlardı. Akan kana rağmen, yaşama ihtimalini sevenler son çabalarıyla ayağa kalktılar ve belki de bir kurtarıcı olur düşüncesiyle çadırdan dışarı çıktılar. Ama o son ümitleri henüz yeşermeden, karanlık onları zulmetin derinliklerinde gizledi. Son kez annelerini çağıran yavruların, çırpınışların el ve ayak hareketleri sessizliğin son noktasına kadar ulaştı. Can vermek üzere olanların son arzuları olan bir damla suyu kimse veremedi. Çünkü herkes ölmüştü. Kainat durmuş, hayat sona ermişti. Ölümün son uğultuları da sessizliğe karıştı. Silahlar da susmuş, hayat da.
Ateş düştüğü yeri yakmıştı. 18 Temmuz 1993 günü saat 22:00 sırlarında dağlardaki karların tamamen erimediği ve akar suların baharın ilk günleri gibi çağlayarak aktığı bir zamanda, çadırın önünde ateşin başında oturup muhabbet eden Sündüs yaylası sakinleri başlarına geleceklerden habersiz bir şekilde, karanlıktan gelen silahlı yedi kişiyi misafir gibi ağırlamaya kalkışırken, onların öfkelerini görüp geri çekilmişlerdi. O karanlık çehreli adamların ellerindeki silahlar ölüm kusmuştu. Yıllardır güvenle sığınakları olan dağlar, bir anda güvensiz hale gelmişti. Silahların uğultusu dağlarda yankılandıktan sonra, kainat yeniden gecenin sessizliğine boğuldu. Sanırsın hiçbir şey olmamış. Kainat derin uykusundayken, sadece su sesleri ve uyanık böceklerin ahenk içerisindeki fısıltıya benzeyen gürültüleri egemendi. Çadırdaki bir-iki yaralının dışında kainat da dünya da derin bir uykunun içerisindeydi. Esasen, karanlık bir acı tünelinde uzun bir bekleyişin ardından feryatlar dağlarda yankılamış , annelerin göğüslerine can havliyle yapışan çocukların hıçkırıklarından sonra onlar da derin bir uykuda dalmışlardı. Ancak bu son uykularıydı. Acının, öfkenin, korkunun, dehşetin son bulduğu bir uykuydu. İki kişi uyuyamamıştı. Kalabalığın arasında ateş edenlerin göremediği kayalar, onlara daha az kurşun isabet etmesini sağlamıştı. Aslında bu acıyı yaşamaktansa onlar yüz kere ölmek istiyorlardı.
Sadece o gece dağda bulunan çobanlar Sündüs yaylasında ciddi gelişmeler olduğunun farkındaydılar. Ancak o kadar silah seslerinden sonra oraya gitmeye yürek isterdi. Gün ağarınca, gece silah seslerinin geldiği yöne gelenler çadırdan akan sıcak kanı daha uzaklardan gördüler. Cesetler hızlı bir şekilde dışarı taşındı. Aslında ceset demek yanlıştı, çünkü çoğu sadece et parçalarıydı. Ahmet Sevgili, cesetlerin altından bir kadınla birlikte yaralı çıkarıldı. Akşam onların imdadına gelemeyen herkes feryat içerisinde, onların obasına yöneldi. İlk gelen haberle birlikte, dağ taş yeniden ağıtlarla, zılgıtlarla inlemeye başladı. Yer, gök ağlıyordu adeta.
Parçalanan cesetler battaniyelere sarılıp ağıtlar arasında atlara yüklendi… Tıpkı Roboski'de olduğu gibi. Hiç kimse onların yardımına gelmedi. Onlar parçalanan cesetlerini topladılar ve atların katırların sırtında Bahçesaray'a getirdiler. Ne savcı olay yerine geldi ve ne de ciddi bir tahkikat yapıldı. Karanlığın içerisinden gelen o silahlı adamların geceyi kana bulamasıyla ilgili olarak, sadece iki sayfalık rafine bir tutanak hazırlandı. Kimse ne o adamları araştırdı ve ne de aynı gün dağa inen helikopteri, kayda bile değerli bulmadılar. Gecenin çığlıkla buluştuğu o an gizlenmeye ve delillerin üzeri örtülmeye çalışıldı, kimse bunun farkında değildi. Sündüs'te yaşanan katliama sessiz kalınmasaydı, belki de egemenler Roboski'de katliam yapmaya cesaret edemezdi… Elbette bugün bunu söylemek kolay. 1993 yılında militarist güçlerin, derinlerde gerçekleştirdikleri örgütlenmelerle nasıl bir baskı oluşturduklarını ve en küçük bahanelerle insanların rahatlıkla enselerinden vurularak faili meçhul kayıtlarına aktarıldıklarını, o günleri yaşayanlar bilir. Korku ve dehşetin hakim olduğu o günlerde kimsenin bu konuları evinde bile konuşmaya cesaret edemediğini biliyoruz. Bugüne kadar onlarca katliam yapıldı ancak bunların faillerinin ortaya çıkarılmaması için büyük bir gayret gösterildi. İnsanlar susturuldu, deliller karartıldı. Hiçbir şekilde katliamın kimler tarafından yapıldığı açıklığa kavuşturulmadı. Bu tarihte yapılan iki katliamdan hiçbirinin faili bulunamadı veya bulunmak istenmedi. Sivas ve Başbağlar katliamının faili olarak yakalananların hiçbirinin suçu tespit edilemedi ve yakalananlar örgüt bağlantısı gerekçeleriyle ceza yedi.
Güdümlü medya hiçbir zaman bu katliamlarla ilgili gerçek bilgileri vermediler. Olayı yozlaştırmak, dikkatleri başka yerlere çekmek için büyük bir çaba sergilediler. Onların heybesinde her zaman hazır bir fail vardı PKK… Jitem'in örgütlenmesinin ortaya çıktığı ve Çiller'in işadamlarını ölümle tehdit etmesinin medyaya yansıdığı bu zamanda, en büyük faili meçhul cinayetlerin, sansasyonel eylemlerin büyük bir kısmının bu yılda işlenmiş olması ilgi çekici değil mi? Yaylalarda cinayet işlemek üzere kurulmuş yapılanmalarla ilgili haberi yayınladığı için, gazete daha dağıtılmadan Van Valisi Mahmut Yılbaş tarafından toplatılma kararı alındığının rivayet edilmesi zihinlerde şüpheler oluşturmuyor mu? Ergenekon yapılanmasının yargılandığı davalara da yansıyan bu yılda işlenen cinayetlerin şekil ve yöntemi bazı gerçekleri aydınlatıcıdır aslında… 1993 yılında işlenen faili meçhul cinayetler, sansasyonel eylemler ve Türkiye'yi etkileyen bu tarihe ait önemli eylemler, devletin derin yapılanmasına işaret ediyor... İşte aynı zamana denk gelen ve hiç de tesadüfü olmayan katliamlardan sadece bazıları…
11 Ocak 1993: İstanbul polisi, LuckyS adlı Panama bandıralı gemide 15 ton uyuşturucu ele geçirdi.
15 Ocak 1993: Bingöl ile Diyarbakır'ın Kulp ilçesi arasında bulunan PKK kampları havadan bombalandı. 150 kişinin öldüğü açıklandı.
24 Ocak 1993: Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur Mumcu, evinin önünde otomobiline konan bomba ile öldürüldü.
28 Ocak 1993: İş adamı Jak Kamhi'ye suikast düzenlendi. Kamhi, yara almadan kurtuldu.
5 Şubat 1993: ANAP İstanbul Milletvekili, eski Maliye Bakanı Adnan Kahveci, ailesi ile Bolu-Gerede'de trafik kazasında hayatını kaybetti.
17 Şubat 1993: Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, 'buzlanma' nedeniyle uçağın düşmesi yüzünden öldü.
17 Nisan 1993 : 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, şüpheli şekilde öldü.
23 Mayıs 1993: PKK Bingöl-Elazığ karayolunu keserek, teskere almış 33 silahsız askeri öldürdü. Bu konuda askerlerin güvenliği için gerekli tedbirlerinin alınmadığı ortaya çıktı.
15 Haziran 1993: Bitlis Kayabaşı ve Bingöl Üçpınar köylerinde 9 vatandaş roketatarlı saldırıyla öldürüldü.
26 Haziran 1993: Mardin'in Yeşilli ve Koyunlu köylerinde karanlık güçler katliam yaptı, 8 sivil öldürüldü.
30 Haziran 1993: Van'da Yenigün Otel kundaklandı, 11 kişi öldü, 27 kişi yaralandı.
2 Temmuz 1993: Sivas'ta Pir Sultan etkinliklerine katılan Aziz Nesin ile bir grup aydın ve sanatçının kaldığı Madımak Oteli ateşe verildi, 37 kişi öldü.
2 Temmuz 1993: Şırnak-Çelik Karakolu baskını neticesinde 16 asker öldü.
5 Temmuz 1993: Erzincan'ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar köyünde karanlık güçlerin eylemi sonucunda 33 kişi öldürüldü.
18 Temmuz 1993: Van'ın Bahçesaray ilçesine bağlı Sündüz Yaylası'nda 14'ü çocuk 24 kişi öldürüldü.
4 Ağustos 1993: Bitlis'in Mutki ilçesine bağlı Kavakbaşı ve Yenidoğan köyleri arasında yol kesen PKK'lı teröristler minibüsü taradı, 15 kişi öldü, 13 kişi yaralandı.
23 Ağustos 1993: Iğdır-Sultantopu Karakolu baskını neticesinde 14 asker öldü.
4 Eylül 1993: Batman'da yapılan saldırı sonucunda DEP Milletvekili Mehmet Sincar ile Batman İl Yönetim Kurulu Üyesi Metin Özdemir öldürüldü.
25 Eylül 1993: Van-Kanalga Karakolu baskını neticesinde 12 asker öldürüldü.
4 Ekim 1993: Siirt Şirvan Daltepe köyünde karanlık güçler katliam yaptı. Aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 23 kişi öldürüldü.
22 Ekim 1993: Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, Diyarbakır Lice Asayiş Bölük Komutanlığı binası önünde silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
22 Ekim 1993: Siirt Baykan Derince mezrasında PKK tarafından çoğu çocuk 22 kişi öldürüldü.
25 Ekim 1993: Karanlık güçler, Erzurum'un Çat ilçesine bağlı Yavi beldesinde kahvehane bastı, 35 kişi öldü, 50 kişi yaralandı.
4 Kasım 1993: JİTEM'in kilit isimlerinden olduğu belirtilen Cem Ersever öldürüldü. Ersever, "Güneydoğu'daki gerçekler Türk milletinden gizleniyor" demişti.
29 Aralık 1993: Mardin Kılavuzköy Jandarma Karakolu'nu basan karanlık güçler 12 asker öldürdü. Savur ilçesinde devriye gezen iki polis öldürüldü.
Evet, 1993 yılında yapılan Sündüs katliamına sessiz kalınmamış olunsaydı, bugün Roboskî katliamı yaşanmazdı…